Gecikmeli bir ayrılık oldu; fakat Tony Blair nihayet 10 yıl sonra 27 Haziran'da kararlı görünüyor. Önümüzdeki birkaç haftayı geçtiğimiz on yıl içinde yapması gereken şeyleri yaptığı anlamına gelebilecek şekilde kendi mirasını parlatarak geçirecek. 
  
Yine de, hemen şimdi onun mirasının ne olduğunu sorabiliriz. Hayat boyu bir sosyalizm karşıtı, akademisyenlik ve yazarlık kariyerinin önemli bir kısmını piyasaların ve kapitalizmin savunmasına hasretmiş birisi olarak Blair'in ayrılışının bir hüznü de beraberinde getirdiğini söyleyebilirim. Blair, yönetiminde bulunduğum ve sabah uyandığımda kendimi Doğu Almanya'da yaşıyor hissine kapılmama yol açmayan ilk İşçi Partili başbakandır. Elbetteki her zaman bu kadar kötü olması beklenemez. Fakat yine de İşçi Partisi'nin tüzüğü teorik olarak bütün üretim ve mübadele vasıtalarının ulusallaştırılmasına hasredilmişti ve İşçi Partisi lideri olarak 1994'teki ilk icraatı bütün bu gariplikleri kapı dışarı etmek oldu, artık İşçi Partisi yönetiminde para kazanmak ve iş kurmak daha güvenli olacaktı. Pek çok büyük İngiliz işadamı ile multi-milyonerin İşçi Partisi saflarına dahil olmasını izah edebilecek tek şey budur.

Başarısız politikalar

Bunun dışında fazla bir şey yaptı mı? Blair'in on yıllık yönetiminden sonra insanların hayatları daha iyi bir düzeyde mi? Dünyanın siyasetten bağımsız olarak ekonomik güçler tarafından yönetildiğine inanan bir ekonomik determinist olarak ben politikacıların insanları zengin veya daha mutlu edebileceklerine inanamam fakat yanlış şeyler yaparak işleri sonu gelmez bir şekilde kötü hale getirebilirler. Ve Blair'in insanlığa müspet katkısı, ne yapmadığı ile ölçülebilir.

Thatcher'ın mirasını az çok kendi haline bıraktı; özelleştirilmiş olan sanayiler yeniden kamu mülkiyetine alınmadı ve sendikalar 1970'lerin tamamındaki genişletilmiş güçlerini tekrar elde edemediler. İngiliz Anayasası'nda örneğin İskoçya'ya yetki aktarımı, Lordlar Kamarası'nın az veya çok feshedilmesi gibi pek çok konuda üstünkörü geçilmiş gereksiz şeyler vardı, fakat bu çok da kötü bir şey değildi. Ve insan hakları konusunda gereksiz ve aslında üretkenliği azaltacak derecede bir genişlemeye gidilmiş, hukukun hakimiyeti konusuna ise pek değinilmemiştir.

Peki Blair herhangi bir müspet icraatta bulundu mu? Sosyal politika konusunda başlattıklarının çoğu başarısız oldu, bunun nedeni büyük oranda onun yeni temelinin piyasaya yeterince inanmasını sağlayamamasıdır. Kişinin onlu yaşlarında edindiği duygusal alışkanlıklar ve itiyatlar uzun bir zaman varlığını sürdürür. Ve Blair'in 'daha fazla seçenek' sloganıyla kamu hizmetlerini reforme etme misyonuyla yönetime gelmiş olmasına rağmen ulaştığı sonuç hayal kırıklığından biraz daha fazlasıdır, yetersizdir.

Başlangıçtan itibaren kamu hizmetlerine yaklaşımı -daha fazla para harcama şeklinde- basit olmuştur. Sağlık en iyi örnektir. Uzun yıllar, Ulusal Sağlık Sistemi'ne (NHS) Avrupalı benzerlerinden çok daha az para harcandı (Fransa ve Almanya'nın GSMH'nın %11'ini harcamasına karşılık İngiltere %7'sini harcadı). Blair gözle görülür bir iyileşmeye yol açmaksızın milyarlarca paund harcadı. Bu hafta yayınlanan bir rapora göre İngiltere'de kanserin yol açtığı ölümlerin oranı dünyadaki gidişata göre en kötüsüdür. Gerçekte Amerika'nın büyük özel sistemi ile mukayese edildiğinde neredeyse bir üçüncü dünya ülkesi görünümündedir.

Blair'in milyarları gelişmiş tıbbi bakım ve pahalı ilaçlara harcanmadı, daha ziyade doktorlar ile hemşirelerin ve yöneticilerin maaşlarına gitti. Aslında Blair'in yaptığı tek şey, özel sağlık tedarikçilerinin daha iyi kullanılmasını mümkün kılarak bekleme zamanlarını azaltmak oldu. Fakat Blair kamu hizmetlerinin tamamının bu tarzda yürütüldüğünü asla anlamadı. Herhangi bir harcama, çalışanlar tarafından emilmektedir. Aynı şekilde, en azından Avrupa'da, sağlık İngiltere'de olduğu gibi vergilerden finanse edilmemekte, aksine sosyal sigortacılık yoluyla finanse edilmekte ve sağlık hizmeti rekabet esaslı olarak sağlanmaktadır.

Bush'a destek vermemeliydi...

Ulusal Sağlık Sistemi (NHS), Çin ordusu ve Hint demiryolları sisteminden sonra dünyanın üçüncü büyük işverenidir ve herhangi bir şekilde piyasa rekabetinin dışındadır. Blair'in eski sosyalizmi kamu sektörüne eleştirisiz bir şekilde hayranlıktan kolay kolay vazgeçmeyecek yapıdadır. Fakat kamu sektörü reforme edilemez, ancak ortadan kaldırılabilir.

Blair 1997'de iktidara gelirken "eğitim, eğitim, eğitim" sloganını ağzına sakız etmişti. Ve aynen NHS gibi milyarlarca paund da bu alana harcanmıştır. Bunun etkisi de çok az olmuştur. Evet, imtihan sonuçları düzeldi, fakat bu basitti, sadece imtihanları daha da kolaylaştırmak yetti. Herhangi bir işveren size imtihan sonuçlarının iş performansı için on yıl önce olduğuna göre daha az güvenli bir rehber olduğunu söyleyecektir. Devlet organlarından kurtarıldığında özel sektör çok daha etkin bir eğitim sistemi üretecektir. Ve her halükârda eğitim bu derece önemli midir? İsterseniz bırakalım piyasa karar versin.

Muhafazakârların çoğu Blair'in dış politikasını hedef tahtası haline getiriyorlar, özellikle Irak'ta Başkan Bush'a körü körüne itaat etmesi sadece solu değil halkın çoğunluğunu rahatsız etmektedir. Blair'in ABD ile İngiltere arasındaki "özel ilişkiyi" güçlendirmesi iyi bir şeydir; fakat bunun için Irak'tan çok daha iyi konular düşünülebilir. Şu anda 150 civarında olan İngiliz kayıplarının bir sonu olacakmış gibi görünmüyor, bütün bu serüven Blair'in itibarında bir daha çıkmayacak bir lekeye yol açacaktır. Acaba aslında bir iç savaş olan, beklenen Şii-Sünni çatışmasından bir ders çıkarılacak mı? Sanırım Bush ile Blair başlangıçta işgalin askerî başarısına o kadar bel bağlamışlardı ki, sonuçlarını unuttular.

Fakat dış politikada her şey de tamamen kötü değildir. Kosova bir başarı olduğu gibi Sierra Leone'de demokratik bir hükümetin desteklenmesi için yapılan müdahale de öyleydi. En azından Blair şayet soykırım veya insan hakları ihlalleri meydana geliyorsa bu durumda ulusal hakimiyet mülahazalarının müdahalenin önüne geçmemesi gerektiğini açıkça ifade etmişti. Ve terörizmle de yeterli bir şekilde mücadele etti. İngiltere'deki Müslüman toplumunu incitmeden İslâmcı aşırılıkçıları kontrol altına alma konusunda başarılı oldu. Fakat hâlâ İngiltere'de toplum ilişkilerinde yapılması gereken pek çok şey var. Ve Blair yönetimi altında İngiltere Avrupa Birliği'ne katılma müracaatını hararetle destekleyerek Türkiye'nin iyi bir dostu oldu.

Hayatımda hiçbir zaman İşçi Partisi'ne oy vermemiş olmakla birlikte İşçi Partili başbakanları diğerleriyle mukayese ederek haklarını teslim etmek istiyorum. Blair'in pek de kötü olmadığı görülüyor. Piyasaya verdiği zarar Harold Wilson veya James Callaghan'dan çok daha az oldu ve eminim ki onun karnesi bütün parlaklığına rağmen büyük oranda vergi toplama ve harcama yaparak Blair'in kamu sektörü reformlarının önünde engel oluşturan halefi Gordon Brown'inkinden de daha itibarlı görünecektir