Dışarıda kar yağarken duduk dinlemek galiba daha hüzünlü... Süt beyazı gri karışımı bir havada toprakla gökyüzü birleşmiş, Boğaz uzaktan seçilmiyor.
Hüzünlü ama güzel her şey.
Duduk, insanın içini kıyıyor.
Duduk fazla melankolik, insanın kafasını farklı düşünce dünyalarında ha bire didikliyor.

İlk kez sevgili Hrant kardeşimi toprağa verirken, geçen yıl bu zamanlar mezarı başında dinlemiştim.

"Dağlarımızın flütü" isimli şiirinde, "Duduk, vahşi flüt, hiç bitmeyen gözyaşların" demiş Ermeni şair Missak Medzarentz. 1885'te doğmuş, 23 yaşındayken 1908'de ölmüş...

Nedir barış?..
Kim bilir belki de başkalarının duyarlıklarını hissedebilmek, başkalarının acılarını anlayabilmek ve paylaşabilmekten geçiyor barış...
Levon Minassian'ın duduğunda(*), Armand Amar'ın kökleri Fas'a kadar uzanan kederli müziğinde ve Ermenice şarkıların içinde en çok acı ve gözyaşı var. Bu topraklardan, hepimizden ortak bir şeyler de eksik değil.
Bir sabah vakti erken, dışarıda ince ince kar yağarken duduk dinlemek, ilginç, içimi yalnız hüzünle değil, umutla da dolduruyor.
Umudun yoksa kaybedersin!

Nereden aklıma takıldı böyle bir cümle, hatırlamıyorum.
Ama öyle, umutsuz yaşanmıyor.
Tutunmak için umut bir önkoşul...
Bazen umutsuzluğa kapılıyorum bu ülkede. Öylesine hoyratlıklar, öylesine çirkinlikler, öylesine haksızlıklar, öylesine duyarsızlıklar her gün gözlerimin önünden geçip gidiyor ki.
Kaç yaşıma geldim, bu umutsuzluk halleri peşimi hiç bırakmıyor.
Maalesef öyle.

Ama sonra karanlığa lanet okumaktansa, bilgisayarımın başına oturup bir mum da olsa yakmaya çalışıyorum.
Belki bir umut ışığı olur diye.
Levon Minassian'ın şarkılarından biri "Ana yüreği" diye başlıyor duduğun eşliğinde, "Hiç kimse ama hiç kimse ana yüreğini unutamaz!" diye devam ediyor.

Ve sesiyle anasına iletmeye çalışıyor, acı ve gözyaşlarını. Ama biliyor o da, bu kederli sesin anasına hiç ulaşamayacağını...
Bu yakınlarda bir film seyrettim.

Jodie Foster, "Hatıralarımızdaki hayali şehri yapabilecek miyiz?" diye soruyordu New York sokaklarında yürürken... Belki de, bir daha yakalanması imkânsız bir geçmişin peşindeki nafile bir koşuyu anlatmak istiyordu.

Ufuk Güldemir'i hatırladım.
Çeyrek yüzyıl geçmiş, önce sevgili Ufuk'la birlikte New York'ta, Village'de geçirdiğimiz o serseri birkaç gün gözümün önünden bir film şeridi gibi geçip gitti.

"Şehir yavaş yavaş gözlerimizin önünden kaybolur. Ve sevdiğiniz bir şeyi her kaybedişinizde, kendiniz de bir şey kaybedersiniz."

Kısacası:
Yıllar geçtikçe, bir şeyler kaybettikçe, senden de bir şeyler gider, yerine bir daha hiç koyamayacağın...
Hayat böyle, değiştiremezsin.
Dışarıda kar yağarken duduk dinlemek galiba daha hüzünlü, ama iyi geliyor. Başka dünyalara, hülyalara dalıyorum.

Bu toprakları hâlâ vurmaya devam eden silahı, şiddeti, terörü değil, inadına barışı düşünüyorum. "Yaşama hakkı herkes içindir!" sözü kulağımda çınlıyor.
John Lennon'ın o aşina sesi...
1970'lerin başı olmalı.

Uçsuz bucaksız bir parkın ortasında dalgalanan yüz binlerce genç insanla birlikte dünyaya barış çağrısı yapıyor, Vietnam Savaşı'na karşı sesini kitlelerle birlikte yükseltiyor:
"Bizim bütün söylediğimiz, barışa bir şans vermekten başka bir şey değil!"
Gözlerim doluyor.
İyi pazarlar!
...............................
* Levon Minassian, songs from a world apart, Long Distance Productions, France.