Son bir ay içinde öyle olaylar yaşadık ki insan iyi günlere doğru bir yolculuk yapmak, zihnini arındırmak istiyor. Bir söyleşisinde Amin Maalouf'a "Neden hep tarihi roman yazıyorsunuz?" diye sorulduğunda, "Günümüze eğilmek öyle acı ve çaresizlik uyandırıyor ki buna elimi daldırmak yerine geçmişe kaçıyorum." demişti.
- Son bir ay içinde öyle olaylar yaşadık ki insan iyi günlere doğru bir yolculuk yapmak, zihnini arındırmak istiyor. Bir söyleşisinde Amin Maalouf'a "Neden hep tarihi roman yazıyorsunuz?" diye sorulduğunda, "Günümüze eğilmek öyle acı ve çaresizlik uyandırıyor ki buna elimi daldırmak yerine geçmişe kaçıyorum." demişti. Roman dendiğinde içinde yaşadığımız yüzyılı ve günümüzü anlatanlarını tercih ederim aslında ama geçmişin iyi günlerini anmak da çoğu kez zihnimizi açıyor ve yaralarımızı iyileştiriyor.
Bağdat ve diğer Irak şehirlerinin yerle bir edilmesiyle ilgili üzüntümüz devam ederken şimdi de gözümüze bakılarak Şam, Halep, Hama ve Humus gibi İslam dünyasının incilerinin harap edilmesine yürek dayanmıyor. Bunun yaşanacağı sıranın geleceği işgalciler tarafından söylense de inanmıyor, zihnimizden bu kötü düşünceleri kovmaya çalışıyorduk. Aslında bütün yıkımlar zihnimizdeki dağınıklık ve ortak medeniyet havzasından kopma durumu üzerine inşa ediliyor.
2008'de Bağdat'ın kuruluşunun 1250. yılı onuruna İstanbul'da gerçekleşen İslam Medeniyetinde Bağdat (Medinetü's Selam) başlıklı uluslararası sempozyumdaki tebliğler ufuk açıcıydı. Konuşmaları dinlerken Ortaçağdaki geniş yüreğimizden büyük heyecana kapılmış ve gelecekle ilgili 'bir kez olan tekrar olabilir, elimizde bu tecrübe var' düşüncesiyle dolmuştum. Dünyanın dört bir yanından gelen yaklaşık yetmiş bilim adamının şehrin sanatı, mimarisi, yönetimi dünü ve bugünü ile ilgili tebliğler Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı tarafından nihayet aynı adla iki cilt olarak yayımlanmış. Bağdat üzerinden kültür havzamıza bakmak için önemli bir eser.
Şehir, Abbasi halifesi Mansur zamanında Dicle ve Fırat'ın birbirine en çok yaklaştığı yerde kurulmuş. Öteden beri aynı olan ismi M.Ö. 2000 yılına ait Hammurabi levhasında da Bağdat olarak geçiyor. İsmin etimolojik olarak birçok dilden geldiği düşünülüyor. Bir rahibin adı da olabilir bazı kaynaklara göre. Kelimenin aslında Aramice olduğunu söyleyenler var. Babil dilinde güneş, Keldani dilinde şefkat merhamet anlamında. Farsçada ilahın lütfu, inayeti, ihsanı, rahmeti, hediyesi, abad olunan şehir. Bu kadar çok dilde aynı şekilde ifadesi İslam medeniyetinin hiçbir inancı dili dışlamadan taş taş üstüne nasıl inşa edildiğini gösteriyor. Surlarının inşasında İmam-ı Azam da çalışmış ve kendisi de Bağdat'ta medfun. Mansur, Abbasi başkentini çarşı anlamına da gelen Bağdat'a taşımak istediğinde bu arzu büyük heyecan yaratmış, mübarek bir belde düşüncesiyle herkes şevkle şehrin kurulumu için çabalamış. İslam dünyasında bu mekânın manevî ve merkezî değerini açığa çıkaran sözler var: 'Ana gibi yar Bağdat gibi diyar olmaz', 'Âşıka Bağdat sorulmaz', 'Bütün yollar Bağdat'a çıkar'. Sonuçta Fuzuli gibi, Ahmet Haşim gibi şairlerin geldiği yerden bahsediyoruz.
BAĞDAT ULUSAL KÜTÜPHANESİ
'Ortaçağ İslam'ında konaklamak ruha iyi geliyor, güzel bir rüyanın insanı bir süre ayakta tutması gibi. İslam'ın Atlas Okyanusu ile Amuderya arasındaki yerleşik medeniyetlere mensup insanların gönlünü hızla kazandığı zamanların büyüsü. Emevilerden Abbasilere geçişteki toplumsal devrim, ilkelerin ışıldaması ve meş'alenin yeniden yakılması zamanları. Bu zamanlarda Bağdat başkentti ve kozmopolit bir siyasi yapılanma kuracak özgüven vardı. Arapça ortak dildi ama öte yandan sayısız dil konuşuluyor, şehirde insanlığın bütün renkleri kendine yer buluyordu. Renkli bir demografik yapı vardı. Manheistler Sabiler, Yahudiler bu şehirde gettolarından çıkıp kabuklarını kırmış, kültürlerin esaslı karşılaşmaları, yaşanan özgür münazaralar ve tartışmalarla oluşan atmosfer İslam medeniyetinin özünü oluşturmuştu. Antik bilginin de Bağdat'a intikal edip istifadeye açıldığı zamanlar.
Batı ve İslam medeniyetlerini analitik olarak karşılaştırmanın çoğu kez akamete uğramasında göstergelerin farklılığı önemli bir sebep. İslam medeniyeti her ne kadar mimari ve sanatsal açıdan önemli eserler ortaya koymuşsa da temel alametleri insanla ilgili. Teknolojik gelişmelerden çok insan ilişkileri, dinlerin geniş yüreklilikle karşılaşması, mezheplerin oluşumu ve farklılıklara tolerans üzerinden tanımlanabilen bir tecrübe. Ortaçağın gezginlerinden Ya'kubî, Ülkeler Kitabı adlı eserini neden Bağdat'la açtığını açıklar en başta. Dünyanın göbeği, arzın merkezi olması, genişliği, mamurluğu, havasının güzelliği, sularının bolluğu, yakın uzak bütün memleket ahalilerinin ondan etkilenmesi ve insanının benzersiz asaleti ve kültür düzeyiyle onu en çok etkileyen şehirdir çünkü. Öyle ki buraya büyük bir insan akımı ve göç dalgasından söz ediyor, herkes böyle bir şehirde yaşamak ister doğal olarak. Ortaçağ şehirlerinin çok üzerinde bir nüfus patlaması olduğunu anlatır. Halife Mansur şehri kurarken taş ustaları, çini sanatçıları, mühendisler, şairler, sanatçılar, cümle zanaat sahiplerini buraya çağırınca şenlikli bir yer olup çıkmış. Tam bir çekim alanı; fikirlerin özgürce çarpıştığı, yepyeni düşüncelerin serpilip geliştiği Bağdat ruhu şehre sinmiş. Ticari açıdan her nerede bir şey üretiliyorsa o ürünler muhakkak buraya geldiği gibi, gelenler ülkelerindeki inanç ve adalet birikimini de taşımışlar geldikleri yerden. Bilgi ve erdemlerinin burada kıymetleneceğini, özgür bir ortamda gelişeceğini gören insanlar, herkese yer açılan, kürsü verilen şehre akın etmiş adeta.
Manheistler, Yunanlı filozoflar, Agnostikler, Sofistler, Düalistler, Yahudi ve Hıristiyanlar inanç merkezlerini buraya taşımışlar, Kufeli ve Basralı âlimler de burada soluk alıp vermeye başlamış. Tebliğ sunan bilim adamlarına göre şehre ulaşan bütün kitaplar, fikirler Arapçaya çevriliyor ve tartışmaya açılıyordu. İslam'a karşı da çok güçlü meydan okumalar vardı. İslamî birikimin öteki bilinçlerde neye karşılık geldiğinin görülmesi bir kaosa yol açmak şöyle dursun toplumsal yaşamın giderek derinlik kazanmasına sebep oluyordu. 'Marifet iltifata tabidir' düsturunca tercümelere büyük ödemeler yapılıyor, Hıristiyan entelektüeller çok büyük itibar görüyordu. Güçlü bir talep bulunduğundan ilmî çalışmalar görülmemiş bir hız kazanmıştı.
İskenderiye Okulu dağılırken âlimlerin buraya yerleşmesi, Bizanslılardan aforoz yiyen Süryanilerin göçü, Harran sabîlerinin burayı yurt edinmeleri, Antakya'dan matematik ve astronomi âlimlerinin, Hindistan'dan tıp ve eczacılık üstatlarının gelmesi. Gönüllü, isteğe dayalı bir birliktelik ve bir arada yaşamaydı bu. İslam'ın Ortaçağı karanlıklar zamanı değil, hoşgörünün altın çağları. Hıristiyan âlimlerin derslerine Müslüman gençler katılıyor, Yahya bin Ali gibi müderrisleri ise Hıristiyan gençler de takip ediyorlardı. Aristo'nun bütün insanlığa Bağdat'tan aktarıldığı dönemler. Hatta dine aykırı olduğu gerekçesiyle bazı bölümlerinin Hıristiyan filozoflar tarafından sakıncalı görülüp çevrilmediği bölümler Arapçaya çevrilmiş ve tartışılmıştı. Antik medeniyet birikiminin de vârisi olma iddiası vardı Halife Mansur'un. Sonra gelenler de uzun süre bu geniş bakış açısını muhafaza ettiler.
Bütün bu birikime dair nice kitaplar Bağdat Ulusal Kütüphanesi'nin yanmasıyla kül oldu. Hem de insanları uygar olanlar ve olmayanlar diye ayıran barbarların sayesinde. Fakat bizi besleyen, rüyalarımızı süsleyen ferah deneyimlerimiz muhayyilemizde kandil misali yanıyor, yolumuzu aydınlatıyor. Birbirimizi kimlikler üzerinden vurmamıza yol açan süreçlerin yaşanmasına hangi yollardan geldiysek aynı yollardan geri dönmemiz lazım, Bağdat ruhu bütün efsunuyla hepimizi kuşatmak zorunda. Biz bu değiliz, bu yol yol değil çünkü.
Kaynak: Zaman