Anayasa Mahkemesi'nin 27.11.2007 tarihinde verdiği E.2007/99, K.2007/86 sayılı önemli karar, Resmî Gazete'nin 19 Şubat 2008 tarihli sayısında yayımlanmıştır. Bu karar, önümüzdeki günlerde gündeme gelmesi muhtemel "yokluk" tartışmalarına da ışık tutması bakımından incelenmeye değer niteliktedir.

İptal dâvasının konusu, 16.10.2007 günlü ve 5697 sayılı kanunun "yokluğunun hükme bağlanması ya da iptali"dir. Hatırlanacağı gibi söz konusu kanun, daha önce Cumhurbaşkanı Sezer tarafından halkoylamasına sunulmuş olan 31.5.2007 günlü ve 5678 sayılı anayasa değişikliği hakkındaki kanunun geçici 18 ve 19'uncu maddelerinin metinden çıkarılmasını içermektedir. Gene hatırlanacağı üzere bu maddeler, 11'inci cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine ilişkindi. Oysa, bu kanunun yürürlüğe girmesinden önce Sayın Abdullah Gül, 28 Ağustos tarihinde, yürürlükteki anayasa kurallarına uygun olarak, TBMM tarafından cumhurbaşkanı seçilmişti. Bu durumda 5678 sayılı anayasa değişikliği hakkında kanunun geçici 18 ve 19'uncu maddelerinin uygulanma kabiliyetinin kalmadığı ileri sürülebilirse de TBMM, bir hukukî belirsizliği ve tartışmayı önlemek amacıyla 5697 sayılı kanunu kabul etmiştir.

Dâva, CHP'ye mensup 108 milletvekili tarafından açılmıştır. Dâva dilekçesinin ağırlığını, işlemin yokluğu iddiası oluşturmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, iptal dâvasını açanlar, anayasa değişiklikleri üzerindeki yargı denetimini "şekil" denetimi ile sınırlayan ve hangi şekil bozukluklarının iptal sebebi sayılabileceğini açıkça tasrih eden, Anayasa'nın 148'inci maddesini göz önünde bulundurarak, iddialarını iptal talebinden çok, "yokluk" iddiası üzerinde yoğunlaştırmışlardır. Dâva dilekçesine göre, "148'inci maddede belirtilen şekil denetiminin, işlemin yetki unsuru bakımından geçerliğini denetleme hususunu dışta bırakmış olduğu düşünülemez. Anayasa Mahkemesi'nin şekil denetimi yetkisinin özünde, işlemi öncelikle yetki unsuru bakımından denetlemek yetkisi saklıdır." İddiaya göre, cumhurbaşkanının 5678 sayılı kanunu halkoylamasına sunmasıyla "Anayasa'yı değiştirme yetkisi halka geçmiştir. Böylece ilk aşaması yetkili organ olan TBMM tarafından tamamlanmış ve ikinci aşamasına geçilmiş bir anayasa değişikliği süreci başlamıştır. Bu süreçte ilk aşama TBMM tarafından, ikinci aşama halk tarafından gerçekleştirilmektedir ve her ikisi de aslında mahiyet itibarıyla aynı yetkiyi, Anayasa'yı değiştirme yetkisini kullanmaktadır... Söz konusu düzenlemelerle hem halkın tâli kurucu iktidar olarak Anayasa'yı değiştirme yetkisi hem de cumhurbaşkanının anayasa değişikliklerini referanduma sunma yetkileri TBMM'ce gasp edilmiştir." Ayrıca, Anayasa'nın 175'inci maddesi, "halkoyuna sunulmuş bir kanun metninde değişiklik yaparak metne yabancı bir unsur sokmasına, metni başkalaştırmasına ...olanak verebilecek herhangi bir yetkiyi ne yasama organına ne de bir başka organa" tanımıştır. Dolayısıyla TBMM, kaynağını Anayasa'dan almayan bir yetkiyi kullanmıştır ve bu düzenlemelerin "yetki unsuru bakımından ağır bir sakatlıkla malûl" olduğu, "yetki gasbı veya yetki tecavüzü niteliği taşıdığı da kuşkusuzdur". Bu nedenlerle işlemin yokluğuna hükmedilmesi gerekir.

Bilindiği gibi yokluk, genel olarak hukuk teorisinde, özel olarak da anayasa hukukuna komşu sayılabilecek idare hukukunda yeri olan bir müeyyidedir. Mahiyeti itibarıyla, "iptal"den çok daha ağır bir müeyyide olduğunda kuşku yoktur. Çünkü iptal edilen bir hukukî işlem, iptal kararının yürürlüğe girmesine kadar bütün hukukî sonuçlarını doğurduğu halde, yok sayılan bir işlem, hukuk âleminde hiç vücut bulmamış, dolayısıyla hiçbir hukukî hüküm ve sonuç doğurmamış bir işlemdir. Bu niteliği nedeniyle yokluk, ancak çok istisnaî durumlarda söz konusu olabilecek bir müeyyidedir.
 
Kaynak: Zaman