Birçok Amerikalı Edward Miliban ismini hiç duymamıştır. Birleşik Krallık’taki seçimlerle ilgili bu haftaki sonuçlara bakılırsa muhtemelen hiçbir zaman da duymayacaklardır. Kendisi, ezici bir mağlubiyetin ardından, İşçi Partisi’nin liderliğinden istifa etti ve bugünlerde keşfedildiği yer olan Wallace & Gromit animasyon filmlerindeki işine geri dönmeye hazırlanıyor. Kendisinin ve partisinin seçimlerdeki başarısızlığı bir kez daha gösterdi ki, çekici olmayan bir lider ve yetersiz bir parti genellikle kötü sonuçlar üretiyor.

Bu söylediklerim onu büyük bir zafer elde etmiş olan Muhafazakar Parti lideri David Cameron’dan ayrı tuttuğum anlamına gelmesin. David Cameron’ın bu zaferi oldukça şaşırtıcıydı. Çünkü sadece Miliband’i saf dışı bırakmış olmadı, aynı zamanda Birleşik Krallık seçim araştırmacılarını da yanıltmış oldu. Bibi Netanyahu’nun yakın zamanda İsrail’de yapılan seçimlerde kazandığı zaferin bir yankısı olan Cameron’un bu zaferi, uzmanları şaşkına çevirdi. İsrail de, Birleşik Krallık da Birleşik Devletlerle özel ilişkilerde bulunmaya yönelik tarihindeki en büyük iddiasında bulundu.

Yine de iki seçim de, farklı ifadelerle bu özel ilişkilerin son yıllardaki alışılagelmiş halinden farklı olacağını ileri sürüyordu.

İlişkilerdeki bu düşüş kısmen, iki ülkeyi de Birleşik Devletler için önemsiz hale getiren tarihsel sebeplerden kaynaklanıyordu. Birleşik Krallık daha önceki varoluşunun gölgesinde kalmış. Eski imparatorluğun hiç batmayan güneşinin gölgesinde. Artıkİngiliz okullarındaki çocuklar haritalarda dünyanın çeyreğinde krallıklarına bağlı toprakları gösteren kırmızı veya pembe renkleri görmüyorlar. İngiltere küresel olarak egemen olma konusunda iddialı olduğu son yer olan televizyondaki otomobil şovlarında bile artık eskisi gibi değil. 214 ülkede yayın yapan ve yüz milyonlarda izleyicisi olan “Top Gear” Programı’nın sürekli kendini metheden gudubet sunucusu Jeremy Clarkson’ın, kaba bir şekilde havaya tekme attığını ve daha sonra yayını durdurduğunu herkes gördü.

Belki de belli bir odak noktasında gerçekleşen bu düşüş aslında İngiliz Ordusu’ndaki büyük düşüşle paralel. Muvazzaf askerlerin sayısı 102.000’den 82.000’e düştü ve bu konuda son günlerde yayımlanan bir rapora göre birkaç yıl içinde 50.000’e kadar düşecek. Cameron ve Tories bu düşüşleri durduracağını söylüyor ama İngiltere’nin finansal durumu bu vaade izin verip vermeyeceği ayrı bir mesele.

Bir kuşak önce İsrail ABD’nin Orta Doğu siyasetinde merkezi bir konumdayken, bugün hala Amerika’nın bölgedeki en önemli ve en çok desteklediği müttefiği olsa da, gelişen olaylar uygulamada önemini kaybettiriyor. Bir zamanlar, İsrail ABD’nin bölgedeki Soğuk Savaş stratejisinde merkezi konumdaydı, ama soğuk savaş dönemi bitti. Bir zamanlar Orta Doğu enerji kaynağı olması bakımından ABD için daha önemliydi, ama bugün, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki herhangi bir zamana kıyasla çok daha az önemli. Bir zamanlar İsrail-Filistin çatışması bölgenin tüm sorunlarının ve jeopolitik meselelerin temelinde görülüyordu; şimdi ise bir mesele olmaktan çok uzak. Aslında bu mesele ABD bölgesel önceliklerinde ilk sıradaydı. Bugün ise ilk ona girmesi bile zor. (İlk on mesele içinde şunlar var: Irak, Suriye ve Afganistan, İran’ı da içine alarak İran Nükleer anlaşmasını yapması, radikal grupların yayılması, Yemen’de devam eden kriz, Libya’daki kriz, Mısır’ın kararlılığı, geleneksel Arap müttefiklerimizi desteklemeyi sürdürmek ve bunlar gibi daha birçok mesele)

Dahası yeni nesil iktidarı üzerine aldıkça, tüm özel ilişkiler Amerikalıların akıllarından ve kalplerinden siliniyor. İsrail’in de İngiltere’nin de, iki dünya savaşında da Birleşik Devletlerle kurdukları hayati ittifakın hatırası tarihsel sebepler nedeniyle yok oluyor.

Bu iki ilişkideki bozulmalar da iktidarda ikinci dönemi kazanan hükümetler tarafından verilen politika kararlarıyla yapılmalı.

Bu iki ilişkideki bozulmalar da iktidarda dönemi kazanan hükümetler tarafından verilen politika kararlarıyla yapılmalı. ABD-İsrail ilişkileri, İsrail başkanı ABD başkanını ağır bir şekilde eleştirirken o kadar da özel hissedilmiyor. İsrail başkanı ABD siyasi tartışmalarındaki duruşunu sergilediğinde, Cumhuriyetçi arkadaşları için “özel”liğini korumayı amaçlıyor gibi görünüyor. Ve İsrail, geçen sene Netahyahu’nun yaptığı gibi, uluslar arası normları ve hassasiyetleri çiğneyip Gazze halkına karşı şiddetli ve gayri meşru saldırılarını gerçekleştirdiğinde bu “özel”lik kesinlikle çok zarar gördü.

İngiltere merkezdeki konumundan yavaş yavaş uzaklaşmaktan çok da rahatsız değil. Belki Tony Blair’ın George W. Bush’un “fino köpeği” gibi görünmesi İngiliz kamuoyunu rahatsız ettiği için, belki de kamuoyunun dikkatinin iç sorunlara yoğunlaşması nedeniyle, Avrupa’daki güç dengelerinin yeniden düzenlendiğini gördük. İngiltere eskiden bizim en yakın ve en önemli ittifakımızdı, şimdi ise üçüncü sıraya, Almanya (daha önemli) ve Fransa’nın (son yıllarda Birleşik Devletler’in daha büyük destekçisi) arkasına düştü. Saldırgan, dengesiz ve tehlikeli Vladimir Putin ve yeni agresif Rusya ile İngiltere, artık Birleşik Devletler’in düzenli olarak anlaşma yaptığı Avrupa’daki dördüncü en önemli güç.

İngiltere’nin Avrupa’daki rolü birkaç aydır oldukça tartışmalı. Cameron’un, İngiltere’nin Avrupa Birliği’nin bir parçası olmaya devam edip etmemesi üzerine yapılacak referandum vaatleri nedeniyle daha önceki yaşanan çatlaklar kopmaya doğru gitti. Bunun nedeni, referandumun İngiltere ekonomisine zarar verebileceği düşüncesiydi. Bir diğer neden ise, İngiltere’nin Avrupa Birliği’ni bırakmayı tercih etme ihtimaliydi. Bu ekonomik olarak ahmakça bir karar olurdu ve bağımsız bir aktör olmak adına, ülkenin dünyanın en büyük pazarındaki önemli rolünden çıkması anlamına gelirdi. Dahası, İskoçya’nın Birleşik Krallık’tan ayrılması meselesi söz konusu. Seçim sonuçlarına bakılırsa, İskoçya Ulusal Partisi tarafından atılan büyük adım değerlendirildiğinde “çok büyük olmayan” bir Britanya ortaya çıkması yakın gibi görünüyor.

Başkan Barack Obama’nın İran nükleer anlaşmasını başarıyla tamamlaması ihtimali ve ABD yönetiminin bu anlaşmaya bağlılığı gelecekte Netanyahu ve Beyaz saray arasındaki ilişkiyi daha da kötüleştirecek. Bu uzaklaşmanın birçok etkisi olacak, bunların bazıları zaten kendileri tarafından belli bir derecede beyan edilmiş durumda. İsrailliler, Hindistan, Çin, Rusya ve diğerleriyle anlaşmaya çalışarak, uluslar arası ittifaklarını çeşitlendirmeye çalışıyor. Birleşik Krallık ise bölgedeki diğer bağlarını tekrar güçlendirmeye ve ön plana çıkarmaya çalışıyor. (Bu ittifakların İran veya Körfez Arap Ülkeleri İş Birliği Konseyi üyeleri anlamına olup olmayacağı açık değil. İkisi de olasılık dışı gibi görünüyor ama aynı zamanda ikisi de Washington’u aşmak için daha büyük bir çaba beklentisi içinde.)  

Bunların hiçbiri Obama yönetiminin davranışları politikaları tarafından geliştirilmedi. Örneğin, İsrail başbakanına “Ödlek” olarak seslenmek ilişkiyi düzeltmek için işe yaramıyor. Yaşananlar Amerika’nın liderlik rolü oyunundan çekinmesine de Obama’nın kişisel diplomasisinin dışarıdaki müttefiklerimize yönelik istikrarsız yapısını düzeltmeye yardımcı olmuyor. Açıkça söylemek gerekirse, Obama ve ekibi bu sorunları çözmek için gerçekten zaman harcıyorlar ve günlerini küçük ofislerinde geçiriyorlar.

Bir sonraki ABD başkanı, eskiden hayati öneme sahip olan ama son zamanlarda önemini kaybeden bu ilişkileri tersine çevirmek için çaba gösterecek mi? Şüphesiz adaylar bu işi önümüzdeki aylarda çözeceklerini vaat ediyorlar. Fakat tarihsel etkenler ve günümüzde yaşanan jeopolitik eğilimler, geçmişte özel bir yerde duran bu ilişkiyi kimsenin düzeltemeyeceği kadar zorlaştırıyor. Cameron, Netanyahu ve hükümetleri bu durumu inkar etmek istiyor olsa da, tersine çevirmeleri oldukça zor olacak.

Dünya Bülteni için çeviren: Cansu Gürkan