Her kurumun, kuruluşun kişinin bir mayası vardır. AK Parti'nin ve Tayyip Erdoğan'ın mayası nereden kabarmıştı hatırlayalım. Hatırlayalım çünkü AK Partili yöneticiler CHP'nin çarşaf açılımını, Kur'an kursu açılımını yanlış yerden eleştiriyorlar, çünkü bu eleştiri AKP'nin varolduğu dokuya aykırı. AK Parti ve Tayyip Erdoğan siyasi kariyerlerine "ötekinin" söylemini yıkmak noktasından başlamadılar. Başkalarının söylemini değil kendi söylemlerini halka anlatmak üzerinden yol aldılar. İlle de kazanmak uğruna yapılan polemikçi siyasî tavra hiç bulaşmayarak Türk siyasi hayatına bembeyaz bir sayfa açmışlardı. Bu beyaz sayfa 12 Eylül sonrasının politikalarına uygun olarak önce Turgut Özal tarafından açılmış olmakla beraber, en geniş açısını Tayyip Erdoğan ile tamamladı.

Turgut Özal "işte buradan başladım" dediğinde tam da oradan başlaması fazla sorunlu olmamıştı. Çünkü merhum, sıkışınca Semra Hanım'ın kıyafetlerini merkeze çekerek, kendi üzerinde yoğunlaşmış olan algıyı dağıtıverme "becerisi" gösterirdi. Oysa birinci ana muhalefet partisi görevini gasp eden merkez medyanın bazı kalemleri, AK Parti'nin başarısını eşlerin türbanı üzerinden sıkıştırma yoluna gitti 2002'den bu yana. İşte tam da nedenle Tayyip Erdoğan CHP'nin çarşaf açılımını iyi/olumlu/yerinde bir karar olarak değerlendirmelidir. İslamiyet ile arasındaki mesafeyi bütün partiler aynı hizaya getirdiğinde hizmet üretmenin daha kolay olduğunu önce Tayyip Erdoğan görmelidir. Bunu o kadar derinden görmelidir ki, siyasete başladığım noktadaki hayallerim gerçekleşsin de kim tarafından gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin diyebilecek kadar engin gönüllü olmalıdır. Çünkü halk tam da bu noktadan Tayyip Erdoğan'ı sevdi.

Mağdur olmak ile mağduru oynamak arasındaki hattı AK Parti yöneticilerinin gözden kaçırmaması gerekiyor. Çünkü, AKP halkın nezdindeki yerini "hizmet üretmeye" borçlu. Yapılan hizmetleri anlatmak, hatırlatmak, yeni hizmetlere ikna etmek yerine; medyanın Kılıçdaroğlu'na kanat takmışlığının altında "ezilerek" polemiğe girmesi AK Parti'nin tam da kaybedeceği bir saftan oyuna dahil olması anlamına geliyor. Çarşaf açılımını ve Kur'an kursu açılımını din istismarı, oy avcılığı olarak yorumlamak AK Parti'nin kendine yabancılaşması anlamına gelir. AK Partililer CHP'nin seçmeni yakalamak adına dindarlara doğru attığı her adımı, gölge etmekten vazgeçti, kim tutar bizi sevinciyle karşılamak zorunda.

Yoksa herkesin aklına şu soru takılır: AK Parti dindarların hürriyetini eskisi kadar aşk ile istemiyor mu yoksa!!!

Pembe İncili Kaftan üzerine…

Yazılarımı "öteki mahalle"ye bakarak kaleme almadığım gibi, hayatımda bir defadan fazla okumadığım köşe yazarı da pek çok. Çünkü "yazar" başkalarının söylediği üzerinden "harf toplayan" değil, hayatı okuyarak düşünce tezgahında ilmik ilmik fikir dokuyandır. Pembe İncili Kaftan'a küfrettiği tescillenen Hürriyet yazarı hiç okumadığım yazarlardandır. Köşe yazarlığına "tekerleme" üslûbu katan kalemşorlar ilgi alanım dışında çünkü.

Bu vesile ile paylaşmak isterim ki, Türk halkının genlerindeki "Muhsin Çelebi" kodları üzerinde Davos'tan çok önce durmuştum. Malatyalı kayısı üreticisi Veysel Karani'yi 2004 yılında yayınladığım Hiçbiryer romanıma dahil ederek Pembe İncili Kaftan'ın sürekliliğine işaret etmiştim. Nitekim Türkiye'nin pekçok ilinde "Hiçbiryer nasıl yazıldı nasıl okundu" başlığı ile konferanslar vermiş, bir kayısı üreticisi olan Veysel Karani'nin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile görüşmek üzere iki yıl üst üste teşebbüste bulunuşunu anlatmıştım.

2004 yılında TEDEV'de konu ile ilgili olarak yapmış olduğum konuşmanın bir bölümünü bu vesile ile sizlerle paylaşmak istiyorum:

"Pembe İncili Kaftan" hikayesini her kuşak tekrar tekrar okumalıdır ki, pembe incili kaftanın izleğinde devam eden günümüz hikayelerinin toplumsal hafızada kaydını tutalım.

Hiçbiryer romanının birincil kahramanı olan Şahin'in günlüğünde bir adamın hikayesi geçer. Gerçek bir hikaye bu.. Kayısı üreticisi Malatyalı Veysel Karani.

Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in huzuruna çıkıp kayısı üreticilerinin karşılaştığı güçlükleri anlatmak için Malatya'dan traktörüne binip Ankara'ya doğru yola çıktı Veysel Karani. Yıl 2001.Traktörde kasa kasa kayısılar. Yol boyunca dağıta dağıta geldi. Ankara'ya vasıl oldu. "Köylü milletin efendisidir" sözüne inanmış bir adem olarak günlerce Çankaya Köşkü'nün kapısında bekledi. Görüşemedi milletin efendisi, cumhurun reisi ile. Randevun yok dediler.

Ertesi yıl bu defa at arabasının sırtında aştı geldi yolları. Kriz sebebiyle traktörünü satmak zorunda kalmıştı. Yine arabasında kayısı kutuları. Yine Köşk'ün kapısında bekledi. Geçen defa randevun yok demişlerdi, bu defa randevu almak için bekledi. Beklerken Köşk'ün kapısındaki polislerle ahbap oldu. Randevu alınamadı. Özel eşyalarını bir çuvala yükleyip arabanın atlarını Çankaya'nın seyisine emanet etti ve Malatya'ya doğru sırtında çuvalı yürüdü gitti.

Bu olay benim için pembe incili kaftan. Bu tavır tenezzül etmeyen, haktan başkasına temenna etmeyen bir tavır. Roman boyunca da tenezzül etmeyen tavır ile temenna eden tavrın çatışması üzerinde durdum.

Velhasıl başkalarının "yaz"dıkları ya da yazamadıklarıyla ilgilenmiyorum. Sadece kendi "sınav"ımı layıkiyle geçmenin derdindeyim.

Yeni Şafak