Anayasa Mahkemesi, 30 Temmuz günü, AK Parti'nin kapatılması davasında, aylardır heyecanla beklenen kararını verdi. Mahkeme üyelerinin salt çoğunluğu partinin kapatılması yolunda oy kullandıkları halde, 2001 Anayasa değişikliğinden sonra partilerin kapatılabilmesi için gerekli kılınan beşte üç çoğunluğa (7 oy) ulaşılamadığı için parti kapatılmadı.  
 
Ancak on üye, AK Parti'nin anayasaya aykırı eylemlerin odak noktası haline geldiği sonucuna vararak, anayasanın öngördüğü daha hafif müeyyide olan, Hazine yardımından kısmen mahrum bırakılma müeyyidesinin uygulanmasına karar verdi.

Bu karar Türkiye'de, içlerinde iyi niyetlerinden ve demokratik değerlere bağlılıklarından kuşku duyulmayacak kişiler de olan, oldukça geniş bir çevreyi tatmin etmiş olabilir. Sonuçta, partinin kapatılmasından ve ona bağlı siyaset yasaklarından doğacak olan ciddi siyasal, anayasal ve çok muhtemelen ekonomik buhran tehlikesi bertaraf edilmiş, siyasal istikrar korunmuş, Türkiye'nin milletlerarası imajının ve özellikle AB ilişkilerinin ciddi zarar görmesi önlenmiştir. Öte yandan, özellikle AK Parti karşıtlarının yorumlarına göre, AK Parti'ye ciddi bir ihtar verilmiş, "sarı kart" gösterilmiş, başının üzerinde "Demokles'in kılıcı" asılı bırakılmış, böylece laik devlet ilkesinin tahribi ya da zayıflatılması önlenmiştir.

Böyle bir "denge" sağlama düşüncesinin Anayasa Mahkemesi üyelerinde hakim olup olmadığını elbette bilmiyoruz. Ama eğer böyle bir düşünce en azından bazı üyelerin bilinçaltlarında mevcutsa, yargı organının görevinin, pragmatik saiklerle, tabir caizse "ne şiş yansın ne kebap" zihniyetiyle hareket etmek olmadığını söylemek zorundayız. Yargı organı ve elbette onun bir parçası olan Anayasa Mahkemesi, neyin kendi görüşünce en yararlı veya en az zararlı çözüm olduğuna bakmaksızın, salt anayasanın ve hukukun emirlerine göre hareket etmek mecburiyetindedir. Hukuk dışı mülahazalar, sahiplerine ne kadar isabetli ve saygıdeğer görünürse görünsün, yargı kararlarına dayanak olmamalıdır.

Bu açıdan bakılınca, oldukça geniş çevrelerin bu kararı memnuniyetle karşılamaları, elbette onun hukuki açıdan eleştirilmesine engel olmamalıdır. Karar AK Parti'nin laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline gelmiş olduğu tespitine dayanmaktadır. Bu tespit, kapatma kararı gibi, Hazine yardımından yoksun bırakılma kararının da zorunlu önşartıdır. Aradaki tek fark, "dava konusu fiillerin ağırlığı"dır ve bu ağırlık derecesinin takdiri de elbette Anayasa Mahkemesi'ne aittir. Oysa kanaatimizce Başsavcı'nın iddianamesinde AK Parti'nin laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiğini gösteren bir tek ciddi ve inandırıcı kanıt yoktur. Anayasa Mahkemesi'nin bu iddialardan hangilerini kararına esas aldığını ancak gerekçeli karar yayınlandığı zaman öğreneceğiz. Ama basına yansıyan bilgilerden, 400 civarındaki bu iddialardan ancak küçük bir bölümünün (otuz ila elli civarında) mahkemece ciddi bulunmuş olduğu anlaşılmaktadır. Eğer bu doğruysa, iddianamenin asgari özen ve ciddiyetten uzak olarak hazırlandığı yolundaki görüşler, büyük ölçüde hak kazanmış olacaktır.

Her şeye rağmen iddianamedeki iddialardan bir bölümünün mahkemece kabul gördüğü karardan anlaşılmaktadır. Yine basına intikal eden bilgilere göre, bunlar arasında meslek liseleri ile ilgili katsayı düzenlemesi teşebbüsü ve Anayasa'nın 10. ve 42. maddelerine ilişkin son anayasa değişikliği yer almaktadır. Daha etraflı bir inceleme gerekçeli kararın yayınlanmasından sonra mümkün olmakla birlikte, bu iki konu üzerinde kısaca durmakta yarar vardır.

TBMM'deki AK Parti çoğunluğu 2004 ilkbaharında Yükseköğretim Kanunu'nun bazı maddelerini değiştirmek (13 Mayıs 2004 tarihli 5171 sayılı kanun) suretiyle, meslek liseleri (bu arada imam hatip liseleri) mezunlarının üniversiteye girişte maruz kaldıkları eşitsizliğin kısmen giderilmesine teşebbüs etmiştir. Bu vesileyle, imam hatip okullarının CHP iktidarının son yılı olan 1949 yılında açıldığını, o zamandan bu yana hemen her iktidar döneminde sayılarının arttığını, 1971 askerî müdahalesiyle kapanan orta bölümlerinin merhum Ecevit başbakanlığındaki CHP-MSP hükümeti zamanında yeniden açıldığını, 1980 öncesinde üniversitelerin ancak bazı bölümlerine girebilen imam hatip mezunlarının bütün bölümlere girebilme imkânının Milli Güvenlik Konseyi rejimince sağlandığını, halen mevcut olan eşitsizliğin 28 Şubat süreci ertesinde yaratılmış olduğunu hatırlatmakta yarar vardır. Bütün bu gelişmelere karşı itiraz yöneltmemiş olan çevrelerin tüm meslek liseleri mezunlarını içine alan nisbi bir iyileştirme (daha doğrusu normal liseler ile eşitlik sağlama) teşebbüsünü, laik devleti ortadan kaldırmaya yönelik bir eylem olarak nitelendirmelerini anlamak mümkün değildir. Üstelik, Cumhurbaşkanı Sezer'in vetosu üzerine bu teşebbüsten vazgeçilmiştir. Anlaşılması daha güç ve daha kaygı verici olan durum ise, Anayasa Mahkemesi'nin de görünüşe göre bu teşebbüsü laiklik karşıtı bir eylem olarak görmesidir.

Anayasa'nın 10. ve 42. maddelerine ilişkin anayasa değişikliği konusunda da benzer şeyler söylenebilir. TBMM'nin anayasal yetkisine dayanarak ve tamamen anayasal yöntemler içerisinde gerçekleştirdiği bir anayasa değişikliğini ilgili partiye izafe edilebilecek bir parti kapatma sebebi saymak, hayalgücü sınırlarını zorlayan bir muhakeme tarzıdır. TBMM'nin 411 üyesinin oyuyla kabul edilen bu anayasa değişikliğine AK Partili milletvekilleri dışında MHP'li, DTP'li ve muhtemelen bazı bağımsız milletvekilleri de olumlu oy vermiştir. Nihayet, yükseköğretim kurumlarında kıyafet serbestliğini belli sınırlar içerisinde sağlayan bir anayasa değişikliğinin laiklik karşıtı bir eylem gibi görülmesi, ancak dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde mevcut olmayan tamamen kendimize özgü bir laiklik anlayışıyla açıklanabilir.

Kaygıları arttıran bir husus da, mahkemenin altı üyesinin kapatma yönünde oy kullanmış olmalarıdır. Bu sayı, yeterli nitelikli çoğunluğa ulaşmamış olmakla birlikte, Anayasa Mahkemesi içinde güçlü bir yasakçı ve vesayetçi eğilimin mevcut olduğunu açıkça göstermektedir. Oysa iddianamedeki delillerin, bırakalım Venedik ve AİHM kriterlerini, TC Anayasası'nın doğru yorumundan çıkarılabilecek kriterlere bile uygun olmadığı aşikârdır. Mahkeme çoğunluğuna hakim olan bu yasakçı eğilimin, önümüzdeki süreçte gündeme gelmesi muhtemel olan demokratik reform kanunları önünde ciddi bir engel oluşturabileceği endişesi haksız sayılamaz.

Kısacası, Anayasa Mahkemesi'nin kararı, yakın ve derin bir kriz ihtimalini bertaraf etmiş, fakat gerisinde çok ciddi birtakım soru işaretleri bırakmıştır. Gerekçeli karar açıklandığında, onun ifade ve siyasi örgütlenme hürriyetleri bakımından ortaya çıkardığı sonuçları daha etraflı inceleme imkânını bulacağız. Şimdilik şu kadarını söyleyelim ki, karar Türkiye'nin yeni, daha demokratik ve daha hürriyetçi bir anayasa ihtiyacını bir kez daha kanıtlamaktadır.
 
Kaynak: Zaman