Söz gelimi, aynı zihin açıklığı, Soğuk Savaş'ın bitimini hemen izleyen yıllarda ileri sürülmüş ve çokça tartışılmış olan "medeniyetler çatışması" öngörülerinin de bir özelliği. (Bu öngörülere, bu ülkede en çok aynı kısıtlı muhayyileden hareket eden kesimlerce iltifat edilmiş olması, bir tesadüf müdür?) Buna göre, insan toplumlarının oluşturabildiği mümkün en üst kültürel yapılara işaret eden medeniyetler, aralarında aşılmaz kırılma noktaları bulunduruyorlar. Bu nedenle de söz konusu kültürler yalnızca radikal olarak farklı değiller; aynı zamanda, kaçınılmaz bir biçimde karşılıklı bir uyuşmazlık hali ile malûl bulunuyorlar. Medeniyetler çatışması tezlerinin yaslandığı bu temel varsayımın, klasik şarkiyatçı yaklaşımın bir uzantısı olduğu genel olarak bilinmektedir. Söz konusu yaklaşım, Batı ile Batı-dışı dünyayı, biri ötekinin mefhum-ı muhalifi olan yeknesak (monolithic) teşekküller düzeyine indirgemektedir. Bu anlamda, kadim bir gerçeklik olarak kültürler arası çatışmanın kaçınılmazlığından çok, yenilerde (ve yeni kaygılarla) imal edilmiş bir kavramsal çerçeveden söz etmek mümkün olmalı. Örneğin, günümüzde Müslüman aidiyeti konusunda düşünce üretirken bu kavramsal çerçeveyi hiç sorgulamadan kullanan çok sayıda aydının aksine, tefsir bilgini Alûsî'ye, daha dün sayılabilecek bir zaman dilimi olan 19. yüzyılda, söz konusu çerçevenin bir anlam etkisi yapması mümkün değildi. Bilindiği üzere, Alûsî, kendinden önceki çok sayıda tefsir bilgini gibi, Kur'an'da bahsi geçen resûllerden Zülkarneyn'in, Makedon hükümdarı Büyük İskender olduğunu düşünüyordu (Rûhu'l-Meâni, aktaran Elmalılı). İskender ise yine aynı kavramsal çerçevenin, Batılı düşünce silsilesinin temel taşlarından biri olduğundan şüphe etmediği Aristoteles'in tilmiziydi. Özellikle eklemeye gerek var mı, bilmiyoruz; önemli olan Alûsî ve başkalarınca dile getirilen bu iddianın doğru olup olmadığı değil; ama bir tefsir bilgini için, daha 19. yüzyılda, bu türden bir algının "mümkün" olduğu. Hangi muhayyile? Bugün tanık olduğumuz ve genellikle sınırlı bir muhayyile üzerinden tanımlanan Müslüman aidiyeti fikrinin ne ölçüde "yeni" bir entelektüel üretim olabileceği ihtimaline dikkat çekmek üzere, zaman dilimine özellikle vurgu yaptığımız anlaşılmış olmalı. Daha gerilere gidildiğinde ise bugün Müslüman aidiyeti için eksen alınan varsayımların önemli bir kısmının ortadan kaybolduğu görülmektedir. Bu anlamda, 7. yüzyıl başlarında Mekke'de "mümin" mensubiyetini Romalılara ulayan bir algının varlığına dikkat çekmek isteriz. Dahası, bu algının, hem müşriklere hem de müminlere ait olduğu görülmektedir. Şöyle ki; 607 yılından başlayarak, Pers İmparatoru II. Hüsrev (Chosroes II), Roma Mezopotamyası'nı hallaç pamuğu gibi atmış, Anadolu'yu işgal ederek İstanbul önlerine kadar gelmiş, Ermenistan'ı yeniden ele geçirmiştir. Bir süre sonra Mısır, Suriye ve Filistin de Perslerin eline geçecektir. 610 yılında tahta çıkan Heraclius, Doğu Roma İmparatorluğu'nun merkezini Afrika'ya kaydırma planları yapmaya başlamıştır. Romalıların uğradığı büyük bozgunun Mekkeli müşrikler tarafından sevinçle karşılandığı anlaşılıyor. Mekkeli müminler ise gelişmeleri aynı ölçüde müessif bulmaktadır. Kur'an'ın konuya ilişkin müjdeli ayetleri, müminlerin üzüntüsünü hafifletmeye yönelik: "Rumlar yenildi. En yakın bir yerde ve üçten dokuza kadar bir süre içinde mutlaka galip geleceklerdir." (Sûre-i Rûm, 2-4) Bu müjdeli haberin teminatı altında, Hz. Ebu Bekir'in müşriklerle bahse girdiği, hatta Peygamber'in teşvikiyle bahsin miktarını yükselttiği, nihayet bahsi kazandığı biliniyor (Elmalılı). Heraclius, Hazarlarla ittifak halinde, Lazistan ve İberya üzerinden Pers ülkesine girmiş (623-4), Hüsrev'i tahtından etmiştir. Hüsrev'i öldüren Pers asilleri, Roma İmparatorluğu ile barış yapma yolunu seçeceklerdir. Heraclius'un zaferi, aynı zamanda İmparatorluğun bütünüyle Grekleştiği döneme denk gelmektedir. Öyle ki, tarihçiler, bu zaferle birlikte kendini yenileyen İmparatorluğa, İstanbul için kullanılan eski Grekçe ifade olan Bizans adını vereceklerdir. Olaydan çıkarılması gereken ilk ders, yerkürenin, bugün olduğu kadar değilse bile, geçmişte de sanıldığından çok daha küçük olduğu; 7. yüzyılın Mekke'sinde, Romalıların mukadder galibiyeti üzerinden bahse girilebildiğidir. Ancak, bundan da önemli olan, bahse iliştirilmiş, mesafe tanımayan bir mensubiyet tasavvurunun varlığı. Bu mensubiyetin, Hıristiyan Romalıların ehl-i kitab olarak zaten tanımlanmış, şeklen belirlenmiş, ortak bir kültürel zeminde bulunması ile ilgili olduğunu düşünebiliriz. Ne var ki, nübüvvetin ilk yıllarından, bir başka deyişle ehl-i kitab kavramının henüz olgunlaşmadığı bir dönemden bahsediyoruz. Ayrıca, hatırlamak gerekir ki Müslümanlar, Hıristiyanlığın büyük ölçüde özgünlüğünü yitirdiğini düşünüyorlardı. 7. yüzyılın başında öğretisel olarak tamamlanmış olduğunu varsaymamız gereken Hıristiyanlık (en azından Batı Hıristiyanlığı), semitik köklerinden çok, özümsediği Greko-Romen paganlığına yakındı (bugün de öyledir). Yoksa, Mekkeli müminlerin bütün bunları bilmediğini mi varsayıyoruz? Kısaca, Doğu Romalı Hıristiyanlar, düşünce ve davranış olarak, ne bugün George W.Bush'un çevresindeki Evanjelistlerden daha "hanif" idiler, ne de Pers İmparatorluğu ile girdikleri rekabette, ABD'nin Soğuk Savaş döneminde eski Sovyetler'le olan rekabetinden daha haklı ya da daha ilkeli bir tutum içinde idiler. Taraflara hakim, kuşatıcı bir siyasal vizyonun sözünü etmek de mümkün görünmüyor. II. Hüsrev'in gazabının gerisinde, Doğu Roma İmparatorluğu'ndaki birtakım saray entrikalarının rolü vardı; hâmisi olduğunu düşündüğü, katledilmiş Doğu Roma İmparatoru Maurice'in intikamını alma amacını taşıyordu. Yani, Doğu Romalılarla Persler de bir bakıma kültürel olarak iç içeydi; tıpkı, daha sonra, aynı şekilde Perslerle iç içe olup pagan bir Pers ismi olan Hüsrev'i isim olarak benimseyecek, çok sayıda Gazneli ve Selçuklu sultanı gibi. Hangi aidiyet? Nedir peki bağlantı? Bağlantının daha çok muhayyile üzerinden olduğu düşünülebilir. 19. yüzyılda Halid el-Bağdadi'nin müridi Alûsî'yi, Aristoteles'in öğrencisi Büyük İskender'e bağlayan muhayyile, mesafe tanımadığı gibi, zaman engeli de tanımıyor; geriye, 7. yüzyıla kadar uzanıyor. Roma ile siyasal bağlantı daha 7. yüzyılda bir vakıa ise eski Yunan ile entelektüel bağlantı, Alûsî'den bir milenyum önce, 8. yüzyıldan itibaren başlıyor. Müslüman aidiyeti etrafında düşünce üreten kimi aydınların, bu bağlantıları, "İslam'ın ruhuna aykırı", "kendisine tamamen ters düşen", "taviz" anlamına gelen bir muhayyilenin ürünü olarak algıladıkları görülmektedir. Hangi kıstasla? Protestanlığı yaratan, döneminde modern epistemolojinin âdetâ habercisi olan bir "sola scriptura" kıstasıyla; mushaf (scripture), muhayyile gerektirmiyormuş gibi. Metinle (text) sınırlı bir muhayyilenin, klasik şarkiyatçılığın önemli özelliklerinden biri olduğunu hatırlayalım. Batılı-olmayanı algılama biçimlerine hakim olan yeknesaklık, büyük ölçüde bu metin-eksenli anlayışın bir ürünü olarak karşımıza çıkar. Daraltılmış, tarihsel olarak daha "yeni," önemli ölçüde şarkiyatçı öncüllerin dayattığını düşündüğümüz muhayyile tam da budur.Bu kısıtlı muhayyilenin, sanıldığının aksine, İslam tarihi, İslam medeniyeti, İslami entelektüel birikim bakımından da marjinal bir unsur olduğunu görmek gerekiyor. 8. ve 12. yüzyıllar arasında, İslami mensubiyet dahilinde üretilmiş düşünceye bile bir tür 301. madde uygulamaya kalkan bu anlayış, hangi kültürden, hangi aidiyetten söz edebilir?