Nasıl Mehmet Kaplan'ın yorumunda Ülkü Tamer'in metni (yine Stanley Fish'in deyimiyle) "mevcut" değilse; nasıl Kaplan, metin üzerinden ve fakat doğrudan metinden kaynaklanmadan bir söylem oluşturuyorsa, Hilmi Yavuz için de bir "metin" olarak Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri yok; Kaplan'ın şahsında beğenilmeyen, mahkûm edilen önyargılar var; kısaca, "ideolojik" bir okuma var..

Hilmi Yavuz'un, 1 Nisan 2007 tarihli Zaman'da, Avrupa Birliği ile ilişkiler konusunda dile getirdiği görüş şöyle: "Avrupa Birliği'nin Türkiye'ye tam veya asli üyelik statüsü tanımayacağı, her Allah'ın günü yeniden kanıtlanırken, hükümetin gün gibi aşikâr olan bu gerçek karşısında, hâlâ içtenlikle ve iyi niyetle, Avrupa Birliği için tam üyelik umutları beslemekte olduğunu düşünmek mümkün değildir. Belki birkaç dışişleri bürokratı, bu umuda safdilce tutunmaya devam ediyor olabilir, ama artık herkesin ayan beyan gördüğü gerçeği, hükümetin görmüyor olması mümkün değildir: Avrupa Birliği tam üyeliği ham hayâldir; olsa olsa, Türkiye'ye 'ikinci sınıf' üyelik ya da 'imtiyazlı' (neresi 'imtiyaz' ise bunun?) üyelik verilebilecektir. Hepsi o kadar!"

Bu yazıdan kısa bir süre önce, 21 Mart 2007'de, Yavuz'un, yine Zaman'daki köşesinde, Ülkü Tamer'in şiirine ilişkin olarak Mehmet Kaplan'ın 1970'li yılların başında yaptığı bir tahlili konu edinen, bu tahlilden yola çıkarak önemli belirlemelerde bulunan bir değerlendirmesi yer aldı. Kaplan'ın, daha sonra büyük nedametle hatırlayacağı tahlil, Ülkü Tamer'in 1960 öncesinde yayımlanmış bir şiirinde geçen "dev" imgesini, o tarihte, hatta izleyen on yılda, henüz vücut bulmamış bir terör örgütü olan Dev-Genç'e bir gönderme olarak yorumluyor ve şiirin "anarşist gençlerin psikolojisi"ni ele verdiğini iddia ediyor. Yavuz, yazısında, Kaplan'ın tahlilini "ideolojik" okumanın iyi bir örneği olarak ele alıyor. Metnin sunduğu veriler üzerinden bir okuma yapmak yerine, eleştirmen, ideolojik önyargılarını temellendirmek üzere metni sadece kullanmıştır. İdeolojik okumanın karşısında ise, Yavuz'a göre, "kuramsal" okuma bulunuyor. İdeolojik okuma tecrübeyi, metni ve metnin konumlandığı gerçekliği boşlayan, hesaplı bir okumadır (a priori); kuramsal okuma ise tecrübeden, bir başka ifadeyle yaşantıdan ya da gerçeklikten hareket eden, önyargısız bir okuma (a posteriori).

Hilmi Yavuz'un bu iki yazısında ortaya konan düşünceler üzerinden, başlıca iki iddiada bulunmak istiyoruz. Bu iddialardan ilki şu: Öncelikle, adına kuram (teori) dediğimiz şey, bir seçenek değildir; "kuramsız" bakış, tahayyül edilebilir bir şey olamaz. Açık ya da örtülü, ilkel ya da karmaşık, kuram bir önyargılar bütünüdür ve gerçekliği algılamada basitleştirici bir araç (ya da filtre) işlevi görür. Böyle bir araç olmadan, ne "bakmak", ne de herhangi bir şeyi "görmek" mümkündür. İkinci iddiaya gelince, kuram ile ideoloji, biri ötekinden ayırt edilebilen şeyler değildir. Günlük dilde, bu iki kavram arasındaki farkı muhafaza ettiğimiz doğrudur; ancak bu fark, her defasında keyfidir, bağlam-bağımlı ve akışkandır, Yavuz'un sözünü ettiği türden epistemolojik bir kesinlik ve bütünlüğe imkân tanımaz. Bu iki iddianın, yorum ya da okuma konusu etrafında genel olarak anlamı ise şudur: Okuma, her defasında hesaplı, önkabuller üzerinden seyreden bir okumadır; önyargısız okuma mümkün değildir.

Şimdi, bu çerçevede, Yavuz'un Avrupa Birliği (AB) ile ilişkiler konusunda dile getirdiği görüşlere dönüp, ilk sorumuzu soralım. Bu görüşler, kuramdan bağımsız, kuramsal "dolayımı" olmayan, doğrudan bir gerçekliği belirleyen görüşler midir? Değilse, kaçınılmaz olarak bir kuramın Yavuz'un bakışına "aracılık" ettiğini düşüneceksek; bu kuram, genel olarak ideolojik olanın dışında tanımlanabilecek bir entelektüel üretim midir?

Kuramsal olmayan bakış mümkün mü?

Dolayımsız, doğrudan (sadece tasvirî) bir anlam tasarımı, dilin doğasına ilişkin bir dizi önkabulün bir tecellisi olarak karşımıza çıkar. Doğrusu, bu tasarım, Batı düşünce geleneğinde, dili anlamaya yönelik çabaların ana damarını oluşturur. Buna göre, biri Türkiye'nin AB'ye kesinlikle tam üye olamayacağı çıkarsamasında bulunduğunda, öncelikle bu çıkarsamanın yaslandığı öncüllerin "analitik" mi yoksa "sentetik" mi olduğuna karar vermemiz gerekiyor. Analitik önermeler, kanıtını içinde taşıyan, kendiliğinden aşikâr, önermeden bağımsız bir tecrübenin ya da gözlemin desteğine ihtiyaç duymayan önermelerdir. Bu satırların yazarının, kullanılan öncüllerin analitik olabileceğini düşünmesi, Yavuz'u muhtemelen gülümsetecektir. Oysa, bir de şöyle bakalım: AB derken, bir Hıristiyan Kulübü'nden bahsediyoruz. Yukarıda sözünü ettiğimiz yazıda, Yavuz, AB'yi tam da bir Hıristiyan Kulübü olarak tanımlıyor: "Sayın Erdoğan, Avrupa Birliği'nin bir 'Hıristiyan Kulübü' olduğunu, eski bir Refah Partili olarak hepimizden daha iyi bilmek konumundadır." Durum böyleyse, analitik, yanlışlanması mümkün olmayan bir çıkarsama ile karşı karşıya olabiliriz. Bir Hıristiyan Kulübü olan AB, "tanımı gereği" Türkiye'yi hiçbir zaman tam üye olarak benimsemeyecektir. A, A'dır. Olmuş olan, olmuştur. Üçgenin, üç kenarı vardır. Bu türden analitik önermeler, yapısal bir zorunluluk gereği kaçınılmaz olarak doğrudurlar (daha doğrusu, yanlış-doğru nitelemelerine müsait değildirler), kanıtlanmaları için tecrübeye, yaşantıya, gözleme gerek yoktur. Çünkü bu önermeler, bilgi vermeyen, sadece kendi kendini tekrar eden önermelerdir. Bu anlamda, nasıl üçgenin, tanımı gereği üç kenarlı olması gerekiyorsa, bir Hıristiyan Kulübü olan AB'nin de Türkiye'yi üye olarak kabul etmesi düşünülemez.

Ancak, küçük bir sorun var. Üçgenin tanımındaki üç kenarın aksine, bir Hıristiyan Kulübü olma niteliğinin AB'nin "tanımlayıcı" bir özelliği olduğu yönünde mantıksal bir zorunluluk, genel bir uzlaşı yok. Bunun anlamı şudur: AB'nin bir Hıristiyan Kulübü olduğu düşüncesi, analitik değil, sentetik bir önerme olabilir. Sentetik ya da olgusal önermeler ise, kendiliğinden aşikâr olmayan, kendini tekrar etmeyen, "bilgi veren" önermelerdir; yanlış veya doğrudurlar. Bu tür önermelerin doğruluğunun, tecrübe, yaşantı ya da gözlemle desteklenmesi gerekir. Buna göre, "AB Türkiye'yi almayacak" şeklindeki çıkarsama sentetik öncüllere dayanıyorsa şayet, olgusal bir desteğe sahip olmalı, doğrulanabilmelidir. Yavuz, ısrarla, söz konusu çıkarsamanın her Allah'ın günü yeniden kanıtlandığını, gün gibi aşikâr olduğunu, bu durumu herkesin ayan beyan gördüğünü ifade ediyor. Dolayımsız ve sadece tasvirî olan, Batı düşüncesinin ana damarını oluşturduğunu ifade ettiğimiz perspektiften bir tahlil yaptığımızda, Yavuz'un muhteşem bir yanılgı içinde olduğunu söylemek zorundayız. Önerme "kanıtlanmış" falan değildir; durumun "gün gibi aşikâr" ve "ayan beyan" olduğunu, tecrübeye dayalı bir yaklaşımla ifade edemezsiniz. İlginç olan, nesnel olarak durumun bu yönde bulunmadığı, konu üzerinde düşünen çok sayıda insanın Yavuz'un kanaatini taşımadığı olgusunu, herkes gibi Yavuz'un da bildiğini varsaymak zorundayız.

Kuram ile ideoloji ayırılabilir mi?

O zaman, Yavuz, başka bir şey yapıyor. Dolayımsız, doğrudan bir gerçeklikten söz etmiyor. Yavuz'u anlama yönünde, deyim yerindeyse genç Wittgenstein'ın bize bir yardımının olamayacağı anlaşılıyor; Batı düşüncesinde anlam konusunda geliştirilmiş "öteki" önemli damara, sonraki Wittgenstein'da billurlaşan düşünce geleneğine başvurmak gerekiyor. Türkiye'nin AB'ye üye olamayacağının kanıtlandığını, herkesçe bilindiğini, gün gibi ortada olduğunu iddia ederken, Yavuz'un, Batı'nın ana düşünce damarındaki lafzîlikle, bu lafzîliğin dil ile gerçeklik arasında vehmettiği tam mütekabiliyet varsayımıyla bir ilgisi yok; Yavuz'un ifadelerini bir "dil oyunu" olarak algılamamız gerekiyor. Yavuz, durumun kendisi ve sadece kendisi açısından ne kadar açık ve kesin olduğunu ifade ederken, özel bir vurguya yer veriyor; dili "figüratif" olarak kullanıyor; böylece nesnel bir kanıtlanma durumundan, gün gibi aşikâr bir gerçekten söz etmesi mümkün oluyor.

Dahası, bu düşünce damarına göre, Yavuz'un "kendisi, sadece kendisi" diye bir şey yok; Wittgenstein'ın adına "mahremiyet" (ya da içreklik) dediği mutlak bireysel özerklik, kavramsal olarak mümkün değil. Yavuz, Stanley Fish'in deyimiyle bir "yorum cemaati"ni seslendiriyor; adına son birkaç yılda "ulusalcılık" adını verdiğimiz yorum cemaatini. Bu yorum cemaatinin tam olarak hangi cemaat olduğu konusunda ipucu, yukarıda Yavuz'dan yaptığımız alıntılardan birinde bulunuyor: "Sayın Erdoğan, Avrupa Birliği'nin bir 'Hıristiyan Kulübü' olduğunu, eski bir Refah Partili olarak hepimizden daha iyi bilmek konumundadır." Bu keyfiyeti, eski bir Refah Partili neden "hepimizden daha iyi" bilmek durumunda? Eski Refah Partililer hepimizden daha zeki, daha güçlü bir kavrayışa sahip ve daha açık zihinli mi oluyor? Yoksa eski Refah Partililer, Türkiye-AB ilişkileri konusunda herkesten çok tecrübe ve bilgi birikimine mi sahip? Hayır, eski Refah Partisi'nin temsil ettiği, bugün açıkça ulusalcı kampta yer alan, aidiyet merkezli, ideolojik bir duruş var. Bu duruşa sahipseniz, AB'yi bir Hıristiyan Kulübü olarak görmeniz kolaylaşıyor. Bir başka ifadeyle, nasıl Mehmet Kaplan'ın yorumunda Ülkü Tamer'in metni (yine Stanley Fish'in deyimiyle) "mevcut" değilse; nasıl Kaplan, metin üzerinden ve fakat doğrudan metinden kaynaklanmadan bir söylem oluşturuyorsa, Yavuz için de bir "metin" olarak Türkiye-AB ilişkileri yok; Kaplan'ın şahsında beğenilmeyen, mahkûm edilen önyargılar var; kısaca, "ideolojik" bir okuma var. Mehmet Kaplan, Ülkü Tamer'i 1970'lerin belli bir yorum cemaatinin verdiği ilhamla okurken, Yavuz, Türkiye-AB ilişkilerini bir başka yorum cemaatinin verdiği ilhamla okuyor. Her iki durumda da "metin" mevcut değil.

Bu satırların yazarına göre, başka türlü olması da düşünülemez; okuma, kaçınılmaz olarak ideolojik okumadır. Sorunlu olan, Yavuz'un, ideolojik okuma dışında "kuramsal" (muhtemelen daha "nesnel" olduğu düşünülen) bir okuma tasarımını dile getirmesidir. Fish'in, bir dönem çok tartışılan "kuram diye bir şey yoktur" yaklaşımı, tam da ideolojiden bağımsız olduğu varsayılan bu "biçimselci" kuram tasarımını hedef almaktaydı. K. Amerika'da edebiyat (yeni eleştiri) ve hukuk çevrelerine hakim olan bu biçimsel yorum kuramı düşüncesi, Hilmi Yavuz'un da veri aldığı düşünce. Özetle, Mehmet Kaplan'ın Ülkü Tamer yorumu ile bir başka, daha makul yorum arasındaki fark, ideoloji ve kuram arasındaki fark değil, "ideoloji ve ideoloji" arasındaki farktır; ikna gücü yüksek yorum ile ikna gücü yüksek olmayan yorum arasındaki fark. İkna ise retoriğe ait bir kavramdır ve konjonktüreldir; "aşkın" değil, keyfi ve bağlam-bağımlıdır, sürekli akışkan bir zeminde seyretmektedir.

Kaynak: Zaman