ABD Başkanı’nın 1915 olaylarını soykırım olarak tanıması istemiyle Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komisyonu’nda görüşülecek karar tasarısı ABD-Türkiye ilişkilerinde kriz yaratma potansiyeli taşıyor. Tasarı, hem ABD iç siyasetiyle, hem ABD Yönetimi’nin siyasi tavrıyla hem de tıkanma noktasına gelen Türkiye-Ermenistan arasındaki protokollerle yakından ilişkili. Gerekçesi ne olursa olsun, tasarının geçmesi sancılı Bush iktidarı sonrası düzelme yoluna giren ilişkileri tehdit ediyor.

Tüm taraflar çözümden yana görünse de kimsenin pozisyonundan geri adım atmaması çözüm konusunda iyimserliğe engel. Her iki tarafın da rest çekme ve blöf yapmama gelenekleri gerilimi öngörülemeyecek şekilde tırmandırabilir. Yine tarafların birbirlerinin sınırları ve yapabilecekleri konusundaki abartılı iyimserlikleri bir başka tehlike. Ayrıca sorunun muhataplarının iki ülke ile sınırlı kalmayıp bölge ülkelerine de yayılma potansiyeli de mevcut.

Obama faktörü
ABD Kongresi’ne gelen bu türden tasarıları takip edenler, seçim dönemi yaklaştıkça bu tür sıkıntıların yaşandığını, nihai tahlilde çıkar ilişkilerinin ağır basarak tasarıyı engellediğini savunarak, tasarının geçme ihtimalinin düşük olduğunu ifade ediyor.

Ancak bu sefer Obama faktörü var. Dış politika yaklaşımı ile Türk-Amerikan ilişkilerinin yumuşamasına yardımcı olan Obama’nın siyaset tarzı, bu sefer ilişkileri iyiden iyiye zedeleyebilir. Ancak analize geçmeden konuyu tasvir etmek gerekirse durum kısaca şöyle özetlenebilir: ABD Kongresi’nin görüşünü yansıtan, yaptırım gücü olmayan bir karar tasarısının Meclis Dış İlişkiler Komisyonu’nda görüşülmesi ve oylanması. Tasarı komisyondan geçmezse kadük olacak. Geçtiği takdirde ise inisiyatif Meclis Başkanı Nancy Pelosi’ye geçecek. Pelosi’nin tasarıyı gündeme alması durumunda, tasarı genel kurulda görüşülecek ve yeterli oyu alması durumunda, Kongre’nin tavsiye kararı olarak Başkan Obama’ya gönderilecek. Obama’nın tasarı komisyonda kadük olsa dahi, soykırım ifadesini kullanmasına hukuki bir engel yok. Yine aynı şekilde, tasarı genel kuruldan geçse dahi Obama istemezse soykırım ifadesini kullanmayabilir. Şu an itibarıyla Ankara’nın önceliği tasarının komisyonda kadük bırakılmasına yönelik. Türkiye, bu konuda tasarının yaratacağı sonucun normalleşme sürecine zarar vereceği, ilişkilerin tasarı ile sil baştan olabileceği mesajını veren sakin bir strateji izliyor.

Tasarıya karşı normalleşme
Peki Türkiye’nin tasarının geçmesine karşı geliştirdiği strateji nedir? Türkiye hangi durumda ne yapacak? Kâh ileriye dönük bir stratejinin parçası olduğundan, kâh yaşanacak krizin şiddetinin öngörülememesinden dolayı bu konuda net bir bilgi mevcut değil. Ancak Ankara’nın her yıl yaşanan tasarı oyunundan artık sıkıldığı açık.

Ankara’nın en önemli silahı da bu sıkılma duygusu. Zira bu duygu ciddi riskleri göze almayı beraberinde getirebileceğinden, Ankara’nın tavrı kestirilemiyor. Normalleşme süreci de artık bıkkınlık veren tasarıya karşı Ankara’nın getirmeye çalıştığı yapısal çözüm ihtiyacından doğdu esasen. Ankara’nın normalleşme stratejisinden beklentisi bölgedeki gerginliklerin azaltılması, Kafkaslar’a istikrar ve barış gelmesi ve tasarı oyununa son verilerek tasarıdan güç devşirerek Türkiye üzerinde orantısız koz elde eden odakların engellenmesiydi. Bunun alternatifi olarak, tasarının ABD iç dinamikleriyle durdurulmasını hedefleyecek bir çözüm ise hem çok uzun bir süreci kapsayacak, hem de zahmetli ve masraflı olacaktı. Her geçen gün daralan zaman baskısı ve iç siyasi dengeler ise tasarının bir silah olarak bir an evvel etkisizleşmesini gerektiriyordu. O halde yapılması gereken tasarının kaynağında karşılanması ve normalleşme süreci ile bu sorunun ABD’de değil, Ermenistan’da sona erdirilmesiydi.

Gürcistan Savaşı da protokollere giden bu sürecin başlaması için gereken somut şartların oluşmasına yardım etti. Ancak Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nin kararı ve Azerbaycan’ın tavrı süreci bitirmese de baltalamayı başardı. Ankara halen protokollere bağlılığını ifade etse de, ruhunun zedelendiğini düşündüğü protokollerden doğan beklentilerinin, hukuki bir kayıtla garanti altına alınmasını bekliyor. Ancak protokol tecrübesi de gösterdi ki tasarıdan nemalanan çeşitli gruplar bu altın yumurtlayan tavuğun kesilmesine izin vermeyecek. En azından kolaylıkla sonlanmasını seyretmeyecekler. 

Riksler ve tedbirler
Tasarı konusunda tavır ne olursa olsun, ciddi bir risk analizine ihtiyaç olduğu açıktır. Her ne kadar bazı şartları analiz dışında tutulsa da, kamusal bir risk egzersizi yapmak artık bir gereklilik haline gelmiştir. İlk ihtimal olan tasarının komisyonda kadük olması Türkiye için en istenen durumdur. Bu gerçekleşirse Türkiye en azından bir sene kazanır. Bu zaman, tıkanan protokol sürecinin açılmasına ve Kafkasya’daki sorunların çözümüne hasredebilirse, gelecek yılın daha yumuşak geçme, tasarı sorununun da kontrol altına alınma ihtimali yüksek. Ancak bu durumda Ankara’nın hedef küçültüp, protokolleri Karabağ sorunun çözümüne değil, Karabağ sorununda birtakım somut gelişmelere bağlaması, kendisine çıpa olarak bu gelişmeleri alması gerekiyor. Bu da Ermenistan tarafından işgal edilen reyonlar konusunda kısmi gelişmeler ve bunu müteakip gerçekçi bir takvimle mümkün olabilir. Bu konuda Ankara’nın şu ana kadar başarıyla izlediği yaratıcı dış politika tecrübelerini takip ederek umutlu olabiliriz. Bu durumda haftada bir gün geçişli sınırdan, sadece belli saatlerde geçişli sınırlara kadar en saçma görünen ihtimaller bile ciddiyetle analiz edilip değerlendirilmelidir. Aksi halde gelecek yıl da benzer bir sorunun yaşanması işten bile değil.

İkinci ihtimal, tasarının komisyondan geçmesi: Bu durumda inisiyatif de Pelosi’ye geçecektir. Ankara’nın ise 2007’deki tavrını ya da benzerini tekrar etmesi, henüz yeni göreve başlayan Washington Büyükelçisi Namık Tan’ın istişareler için geri çağırması beklenir. Bu ise iki ülke ilişkilerinin kazandığı ivme açısından arzu edilebilecek bir seçenek değil. Böylesi bir gelişme Bush sonrası kurulan güven ilişkisinin zedelenmesine, karşılıklı güvensizlik atmosferinin yeniden doğmasına neden olacaktır ki, buradan doğacak zararın neye yolaçabileceğini kestirmek son derece zor. Bu süreçte Başbakan Erdoğan’ın nisan ayındaki Washington ziyareti gözönüne alındığında, büyükelçisinin olmadığı bir ülkeye devlet başkanı ziyaretinin garip karşılanması krizi daha da büyütebilir. Buna içeride oluşacak milliyetçi tepkinin tüm siyasi grupları daha radikal bir söyleme zorlaması da eklenirse, Türkiye’deki genel siyasi atmosferin dışarıda izahı kolay olmaz. Bu tepkiler protokollerin tamamen ölmesinden, Türkiye karşıtı yayınların dış basında artmasına kadar bir dizi sonuca yol açabilir. Bu tepkilerin Türkiye iç siyasetinde karşılık bulması ise nispeten kabullenilebilir düzeyde kalacaktır. 

Gündeme alınması
Üçüncü ihtimal tasarının komisyondan geçmesi sonrasında Pelosi’nin tasarıyı gündeme almasıdır: 2007’de, geçtiğimiz günlerde vefat eden yakın arkadaşı Jack Murtha tarafından eleştirilen Pelosi’nin, tasarının genel kuruldan geçmesini garantileyecek bir sayıya ulaşmadan tasarıyı gündeme almayacağı biliniyor. Ancak Türkiye içinde yükselebilecek orantısız bir muhalefetin, Kongre’de tersine bir tepki üreterek bu kritik sayıya ulaşılmasına yardım edebilir. Bu noktada hem Beyaz Saray’ın hem de Dışişleri’nin, hatta Pentagon’un devreye girmesi beklenebilir. Ancak komisyon sonrası yaşanabilecek gelişmelerin ikili ilişkileri yıpratma potansiyeli, milliyetçi dalganın nerede duracağının kestirilememesi, bu dalga nedeniyle yapılması zaruri hale gelebilecek siyasi çıkışların yolaçacağı gerilim sonucunda sürecin o noktada duracağını söylemek makul olsa da fazlasıyla iyimser bir yorum olur. Bu noktada Türkiye’nin alabileceği tavır, Afganistan’dan Kafkasya’ya, Irak’tan Ortadoğu’ya kadar doğrudan ya da dolaylı şekilde ilgili aktörleri hedef almak olacaktır. Bu tavrın Türkiye’nin uluslararası durum ve duruşunu zedeleme potansiyeli ise oldukça yüksek.

Gösterilecek tepkilere verilecek muhtemel ABD karşılığının da benzer şiddette olması ise geri döndürülemeyecek bir sürece yol açarak Türkiye’nin hâlâ tam oturmamış iç siyasi dengelerini, ekonomisini, hatta siyasi yapısını ciddi şekilde tehdit edebilir.

Böylesi bir durumda oluşacak uluslararası görümün yaratacağı riskler ABD’ye de zarar verecektir elbette. Ancak zincirleme reaksiyonla oluşacak tepkilerin Türkiye’yi bir süre devam edecek bir istikrarsızlığa zorlayabilecek bir sonuca yol açabilme potansiyeli de göz önüne alınmalıdır.

Son olarak, tüm bu aşamalardan sonra Obama’nın 24 Nisan konuşmasında soykırım kelimesini kullanması, tüm ilişkileri tamir edilmesi imkansız hasara uğratabilir. Bu durumun sadece Türkiye’yi ya da ABD’yi değil, tüm bölgeyi etkileyeceğini görmek için kahin olmaya gerek yok. Tüm bu karamsar tablonun engellenmesi için gerekense hamasete ara verip, ciddi risk analizi yaparak, muhtemel sonuçları açık yüreklilikle tartışmaktır. Aksi halde tasarının sadece ‘tasarı’ olmadığını, konunun sadece ahlaki bir konu olmadığını öğrendiğimizde birçok şey için çok geç kalmış olabiliriz.

Nuh Yılmaz: SETA Washington Ofis Direktörü, CNN Türk Washington Temsilcisi

 

Kaynak: Radikal