27 AB üyesi devletin üzerinde mutabık olduğu çok az konu var. Ancak, zaferini hem "eski" hem de "yeni" Avrupa'da geniş kesimlerin kutladığı Barack Obama konusunda hemfikirdiler.

Polonya gibi, geçmişte genellikle Cumhuriyetçileri desteklemiş olan muhafazakâr ülkeler bile Obama'nın arkasındaydı. Bush idaresinin Varşova'yla gerçekleştirdiği, ama her iki ülke tarafından da henüz onaylanmamış olan Füze Savunma Sistemi Anlaşması'nın geleceğinin Obama'nın başkan olması durumunda tehlikeye gireceğinin Polonya'da farkında olunmasına rağmen gelen bu desteğin sembolik değeri çok yüksek. Obama, 700 milyar dolarlık yüksek rakamı ekonomik krizle mücadele etmek için kullanmanın daha iyi olabileceğinin farkında olduğundan, bu konuda pek görüş bildirmedi. Üstelik, Rusya Cumhurbaşkanı Dmitri Medvedev'in, Moskova'nın, ABD sistemlerine ev sahipliği yapacak ülkeleri hedef alacağına dair evvelki tehditlerine uygun şekilde, 5 Kasım tarihinde Rusya'nın Kaliningrad eksklavına füze sistemi yerleştirileceğini açıklaması da, Obama'nın gelecekteki dış politika uygulamalarının sınanması olarak görülebilirdi. Aslında Medvedev'in Obama'yı bu şekilde sınaması, aynen, John F.Kennedy ilk göreve geldiğinde Nikita Kruşçev'in onu test etmesine benziyor.

Yeni Başkan, Beyaz Saray'da "korkusuzca umut etme"nin "korku iklimi"nin yerini alacağı sözünü verdi ama 44. Başkan'ın, genç omuzlarına hem kendi ülkesinde hem de yurtdışında yüklenen tüm beklenti ve hayalleri taşıyıp taşıyamayacağını görmemiz zaman alacak. Bu, çok zorlu bir süreç olacak çünkü, ocak ayında görev başına geldiğinde, hem on yıllardır hiçbir Başkan'ın karşısına çıkmamış uzunluk ve zorlukta bir sorunlar listesiyle hem de çok sıkı bütçe kısıtlamalarıyla karşı karşıya kalacak. Süregiden mali kriz ve ABD'nin sırf Irak'ta ayda 10 milyon dolar harcaması sebebiyle harcadığı her sente dikkat etmesi gerekecek. Bütçe fazlası, refah içindeki bir ekonomi ve dünyanın her yerinde sağlam dost ve ortaklar devralan ve herhangi bir savaşa girmesi de gerekmeyen Bush'un durumuyla tam bir tezat!

Obama'nın önceliklerinin iç meseleler ve özellikle de ekonomiyi düzlüğe çıkartmak olacağı aşikar. Ancak vaatlerinin çoğunun -örneğin sağlık hizmetleri planı- maliyetleri artık karşılanamayacağından, kampanyasında verdiği sözleri tutması zor olabilir. Dış politikanın tutarlılık kazanması da zaman alabilir. Bu dış politika, muhtemelen pragmatik bir anlayışa, dozu artmış bir çoktaraflılığa dayanacak ama bir yandan da Amerika'nın kendi kazancı dünyanın geri kalanınınkinden daha önemli olacak. Çünkü gerçekçi olmak gerekirse, ABD hiçbir zaman başkalarının kurallarıyla yoluna devam eden bir ülke olmayacak. Obama idaresinin Bush'unki kadar saldırgan tavırlar almamasını ve provokatif olmamasını da bekleyebiliriz. İlk sınanacağı konular İran ve Rusya olacak. Obama'nın, kampanyasındaki söyleminin arkasında durup İranlılarla doğrudan ve karşılıklı diyaloğa girip giremeyeceğini göreceğiz. Ayaklarını yere çok sağlam basması ve acele etmek yerine, böyle bir adımı atmadan evvel 12 Haziran 2009'da gerçekleşmesi gereken İran seçimlerinin sonrasını beklemesi gerekecek.

Ancak, onlarca dış politika danışmanının varlığına rağmen (ya da onlar yüzünden), daha kesin görüşler ortaya koymadan evvel kilit bakanlıklara yapılacak atamaları beklememiz yerinde olur. Ama, başlangıç noktasının, 15 Temmuz'da, küresel düzenin yenilenmesi arzusunu ifade ettiği dış gezisinden önce sunduğu ve kahramanlarından biri olan George Marshall'dan esinlenen "Ulusal Güvenlik Stratejisi" olacağı neredeyse kesin. Bu strateji Amerika'yı daha güvenli kılmayı amaçlayan beş hedefe dayanıyor: Irak'taki savaşı sorumlu bir şekilde sonlandırmak; El Kaide ve Taliban'la savaşı bitirmek; teröristlerin ve kızıl devletlerin nükleer silahlara ve nükleer maddelere ulaşmasını engellemek; enerji güvenliğini sağlamak ve 21. yüzyılın zorluklarına karşı koymak üzere ABD'nin ittifaklarını yenilemek.

Obama, partnerlerinin önemli desteği olmaksızın tüm bunların gerçekleştirilemeyeceğini bilecek kadar akıllı. Bu yüzden de seçim kampanyası esnasında kendisini açık açık destekleyen Avrupalı dostlarından beklentileri yüksek olacak. 2009'un ilk yarısında gerçekleştireceği ilk denizaşırı ziyareti (muhtemelen Kanada ve Meksika'dan sonra) Brüksel'e olacak gibi. Obama, Avrupa'ya meydan okuyacak. Mademki Avrupa Birliği ülkeleri, çok uzun zamandır istedikleri muhataba kavuştu, artık birlikte hareket etmeleri ve bu fırsatı kullanmaları gerek. Bu, yeni bir Atlantik ötesi gündem fırsatı çok büyük ve heba edilmemesi gerek. Bu yola girmek, AB'nin şimdiye kadar yapamadığı bir şey olan "tek ses" olabilmesinden geçiyor. Henry Kissinger'ın "Avrupa'yı hangi numaradan aramalı" sorusu geçmişte kalmalı. Lizbon Antlaşması'nın imzalanması, AB'nin güvenilirliğini artıracak olan, doğru yönde atılacak bir başka adım. ABD ve AB, Rusya ve İran konuları da dahil olmak üzere, AB'nin politikalar kesinleşmeden evvel ABD'nin dış politika kararlarına katkı sağlayabileceği bir şekilde ortak dış politika belirlemeye çalışmalı.

Yüzlerce ortak meseleleri bulunmasına rağmen, dünya meselelerindeki yükü paylaşmak muhtemelen Obama'nın önceliklerinden biri olacak. Bu, ifadesini, öncelikle, Avrupalı müttefiklerin Afganistan'a daha çok birlik göndermesinde bulacak. Ancak, öldürülen askerlerin sayısının Taliban'ın yeniden canlanması sonucu artması sebebiyle bu, Avrupalıların pek arzuladıkları bir şey değil. Örneğin Hollanda, tüm birliklerini çekmeye karar verdi. Obama'nın duymak isteyeceği bu değil. Obama, Afganistan'daki uluslararası misyonu güçlendirmek için ülkedeki ABD birliklerinin sayısını yükseltmek niyetinde. Bunların bir kısmını, tüm ABD güçlerinin 16 ay içinde terk etmesini istediği Irak'tan aktaracak. Avrupalılardan, sızlanmayı bırakıp, önerilerini ve katkılarını ortaya koymalarını bekleyecek. İyi haber: 'Hayallerinin Başkanı'na kavuşan Avrupalılar, başkanlığının en az ilk yılında Obama'ya hayır diyemeyecektir. Yani, Almanya gibi, kuvvetlerinin çoğunu Kuzey'de tutup hiçbir çatışmaya katılmayarak Afganistan'da gayet güvenlikli oynayan ülkeler, kendilerini, ellerini taşın altına koymak zorunda hissedebilir.

Ama aynı zamanda AB'nin de talepleri olacaktır. Örneğin Brüksel, Obama'dan, iklim değişikliği konusundaki gündeme sahip çıkmasını bekliyor. Ama açıkçası, ABD ekonomisinin durumu göz önüne alınırsa, başkanlığının ilk başlarında Obama'nın böylesi taahhütlere girmesi zor gözüküyor. Bu noktada Obama şanslı. Cumhuriyetçiler ABD Senatosu'nda Kyoto'nun ya da herhangi bir başka iklim anlaşmasının onaylanmasını engelleyecek çoğunluğa hâlâ sahip olduğundan, bu alanda mesuliyet siyasi rakiplerinde kalacaktır.

AB'nin bir başka önceliği, Atlantik'in öte yanında ekonomiyi canlandırmak. Her ne kadar dünya ticaretinin yüzde kırkını elinde tutsa, yıllık ticari satışlardan dört trilyon dolar elde ediyor ve 14 milyon kişiye iş sağlıyor olsa da, küreselleşme dünyayı çok hızlı şekilde değiştiriyor ve gelişmekte olan ekonomiler dünya piyasasındaki paylarını artırıyorlar. AB, ilişkiyi ilerletmek için, tarif dışı engellerin tamamının ortadan kaldırılması da dahil, ABD'nin ortak mali kural ve düzenlemeleri benimsemesini isteyecektir. Geçtiğimiz yıl içinde oluşturulan Atlantik ötesi Ekonomik Konseyi (TEC) bu yönde atılmış bir adımdı ve AB, Obama'nın bu amaçlara uygun hareket etmesini bekleyecek. ABD, TEC'i, hem krizi atlatmak hem de Avrupa'yı da dünyayı da avucuna alacak bir krizi engellemek için kullanmalı.

"Obama olayı"nın Avrupa'ya, kendi azınlıklarını entegre etmek konusunda daha hazırlıklı ve istekli olması gerektiği, böylelikle bir gün Türk asıllı bir Alman şansölye ya da Cezayir asıllı bir Fransız başkanına sahip olunabileceği mesajı iletmesi de umuluyor. Kesin olan bir nokta, Obama idaresinin Türkiye'nin bir an evvel AB'ye girmesi konusundaki desteğinden vazgeçmeyeceği. ABD, Türkiye'yi güçlü bir NATO müttefiki ve Ortadoğu'da kalıcı barışı sağlayabilecek kilit ülke olarak görmeye devam edecek. Bu demektir ki, Obama, başkanlık döneminin daha başlarında Ankara'yı ziyaret ederek, Bush idaresinde tarihinin en düşük noktasını yaşayan bu ikili ilişkiye ABD'nin verdiği önemi pekiştirecek.
 
Kaynak: Zaman