Şöyle bir huyumuz var: Kervanı yolda düzene sokmayı seviyoruz. Bir felaket başımıza geldiğinde ise komplo teorilerinden medet umarak yaşanan acıların faturasını başkalarına, meşkuk bir kaynağın uğursuz niyet ve faaliyetlerine yıkma yolunu tutuyoruz. Oysa Soma’da felaket sürpriz sayılmadı, geldiğini bildirmişti. Maden ocağında yaşanan kazaların ve işçi ölümlerinin oranı yıldan yıla artmayı sürdürüyordu.

Dünyanın en pahalı ekmeği de en ucuz canı da maden işçisinin. Güvenliği pamuk ipliğine, gaz sızıntısının karşılaşacağı tepkiye bağlı. Canını dişine takması ve umudunu koruması gerekiyor karanlıkların yolcusunun. İsmet Özel’in baca temizleyicilerinden çok daha fazla, kat kat fazla aydınlığa ihtiyacı var yüreğinin, yerin kat kat dibinde ekmeğini ararken.

Biz ise her seferinde öfkelenip, çok geçmeden unutuyoruz. Onlar yine yerin bilinemezliklerle derinleşen karanlığına dönüyor. Bu pek normalmiş gibi.

Tırmanan bir kamplaşma yüzünden hiçbir acıyı layıkıyla değerlendiremez olduk. İnsan böyle bir felaket ve acı karşısında içtenlikli açıklamalar bekliyor yetkili makamlardan. Yaşanan ölümlerle ilgili herhangi bir sorumsuzluğun ifadesi niye bu kadar zor? Onca işçinin hayatını ilgilendiren bir trafonun çalışma şartlarının denetiminde kimlerin ihmali var?

“Bu işler böyle yürüyor” zihniyetinin ötesine geçen bir cümle bekliyor insan hükümet saflarından. Kaza, kader gibi kavramlarla İslam atıflı cümleler kuruluyorsa da yüreği yanan aileler insaf umuyor, insaf ve hakkaniyet. Orada bir büyük ihmal var, ötelenmiş ölümcül problemlerden söz ediliyor. Olağanın üzerinde üretim taahhütleri, az maliyetle çok üretim için sürdürülen sıkı vardiya baskısı… Trafonun problemli olduğu dile getirildi zaten. Teknikerin şikayetlerine kulak asılmamış. Sermayenin dini imanı yokmuş gerçekten.

Kaybedeceği bir şey yoktur belki maden ocağı işçisinin ya da tersine, fazlasıyla umutlu ve iyimser olmayı başarabilen biridir. Peki biz onları nasıl görüyoruz? Dahası, yaptıkları iş üzerine nasıl bir fikrimiz var veya herhangi bir fikrimiz var mı?

Onlar yokmuş gibi yaşamayı yeğliyoruz, ne de olsa kalkınmak ve rahat yaşamak için kömüre ihtiyacımız var. Sadece kullandığımız elektriğin yüzde 10’unu siyah tozla rengini değiştirmiş ellerin cefasına borçluyuz. Buna karşılık o ellere borcumuz olan dikkati göstermediğimiz, Soma’da kendini duyuran felakete ilişkin soruları salt siyasal hesapların hanesine kaydetmeyi yeğlediğimiz ortada. Rakamlar, istatistik verileri gerçeği ne kadar yansıtıyor, emin olunamaz. Trafonun patladığı maden ocağının ait olduğu şirket bile çalışan işçi sayısı konusunda net rakamlar veremiyor. Aynı şirketin İstanbul’daki göğü delen kulesinin fotoğrafları yayımlandı felaketten sonra. Yerin karanlığının emeğinin gökyüzüne dönük bir kuşatmada kaynak olabilmesinin bilgisi karşısında ürperiyor insan.

Kimileri Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ını Batı modernizminin yayılmacılığı karşısında güçsüz düşürülmüş ve başka bir yol arama sorumluluğu duyan aydının sayıklamaları olarak okumayı yeğler, işin kolayına kaçarak. Oysa Yeraltından Notlar, Petersburg’un inşasını da içine alan, binlerce insanın terinin ve emeğinin, kanının ve canının hiçe sayıldığı bir kalkınmacılılık karşısında duyulan düşünceli öfkenin dışavurumu olarak da okunabilir.

Trafo gibi ancak istisnai olarak aşırı yüklemelerle patlaması beklenebilir bir makine düzeneği nasıl bu denli kendi başına bırakılabilir? İşçilerin tamamının belli bir bilinç ve pratisyen donanımına sahip olmasını talep eden maden ocağı işçiliği için zaruri bir eğitimden geçip geçmediği de ayrı bir soru.

Almanya’da inşaatta düz işçi olarak çalışmak bile bir buçuk yıl süren bir eğitimden sonra yeterliliğini gösteren bir sertifika almayı gerektiriyor. Bizde ise “her işi yaparım abi” cümlesi, maliyeti minimuma düşürmenin peşindeki patronlar için yeterliliği gösteren bir şifre sanki.

Kalkınma fedaileri, maden ocağı işçileri. Daha hayattayken, dünyadan umutlarını kesmeme adına ölümle pazarlığa oturuyorlar. Görünür görünmez varlıkları. Konforumuzun failleri olduklarını pek az düşünüyoruz. Sedyede taşınan işçinin tedirginlikle havada tuttuğu eline, tırnaklarına sinmiş kömür tozu, bizlerin yüzünün karası.

Kömüre bağlı konforumuzdan hiç vazgeçmezken sürdürdüğümüz sorgulama bir yerde kısır döngüye takılıyor. Az ya da çok ölüm getiren bir işçilik, madende gerçekleşen. Böyle bir kalkınmanın ahlaki sorumluluğu konusunda duyduğumuz endişe, bazen “gericilik”, bazen romantizm” suçlamasıyla yüzümüze vuruluyor.

Her bakımdan güvenli bir maden ocağı zor bulunur, ama en güvensizler karşısında bile duyarlığını ayakta tutan insan sayısı her zaman sınırlı.

Tam o sırada hatırlıyoruz, kaza anında. Mangal kömürlerini, Orhan Veli Kanık’ın “Kömür Karası” şiirini, maden ocağında bir trafonun nerede ve nasıl kurulmuş olabileceğini, Türkiye’nin maden ocaklarının güvenliği alanındaki uluslararası sözleşmeleri imzalayıp imzalamadığını, mevcut her türlü kanuna ve sözleşmeye hangi ölçüde uyulduğu, ruhsatları, patronlara iç rahatlığı sunan iş güvenliği uzmanı ve müfettiş profillerini, medya-patron ilişkilerini hatırlamak, öğrenmek ve üzerine düşünmek için onlarca, yüzlerce canın yanıp yakılması gerekiyor sanki.

Oysa patronlar biliyor, sendikalar farkında, devlet de daha az farkında olmaması gereken kaynaklara sahip. Yine de işçiler ölmeye devam ediyor, yer altında ve üstünde.

İşçi ölümleri, vahşi kapitalizmin dümen suyunda bir kalkınmanın tabii faturası. Bir şeylerin orucunu tutmaya ne zaman başlayacağız, pahalıya mal olan zevklerimizden fedakarlık etmeyi nasıl başaracağız? Maden ocaklarının kuruluşundan bu yana geçen tarihi, bir katliam tarihi aynı zamanda.