Her nereye gidersem gideyim, gökyüzü benimdir."

               Söhrab Sepehri.


Fars edebiyatına beni ısındıran iki şair, Furuğ ve Söhrab'tır. Ne klasik bir şairin kulağa yakın gelen imgeleri, ne de günlük hayatın talepleri; Farsça bana bu iki şairin mısralarının büyüsüyle yakınlaştı.

Yeryüzüne olduğu gibi semaya doğru da kök salmış bir ağaç gibi gelir bana Söhrab Sepehri, hayatı, şiirleri ve resimleriyle. Söhrab'ın Furuğ'dan etkilendiğinden söz edilir ki şiirsel akrabalıkları belirgindir zaten. Furuğ belki kadın olduğu, şiir yazmayı sürdürebilme konusunda toplumsal kalıpları kırmaya zorlandığı bir süreçten geçtiği için, mısraları daha ağuludur. Söhrab şiir yazdığı kadar resim de çalışmışken, Furuğ'un görsel sanatlar alanındaki ilgisi sinemaya yönelmiştir.

Tahran'da, Lale Parkı yanındaki Modern Sanatlar Müzesi'nde bir buçuk aydır Söhrab Sepehri'nin resimleri sergileniyor. Tamama ereceği günlerde sergiyi gezmeye çıktım.

Söhrab şiirleriyle Kaşan'dır, akan sudur, hangi yöne akarsa aksın aynı sözü terennüm ederek ilerleyen Şira'dır, bir de tek tek ya da dizi dizi ağaçtır, ağaç kökleridir. Resimlerinin kopyalarını görmemiş değilim, yine de bu kadarını beklemiyordum. Serginin girişinde 200X300 santimetrekare büyüklüğündeki ağaç gövdelerini resmettiği isimsiz tablosu karşıladı beni; varlığa, tabiata, Yaradan'a sevgisinden elenip süzülmüş kunt ağaç gövdeleri. Sanki o kalın mı kalın gövdeler, Söhrab'ın nahif vücudunun zamanın (ve sonunda sökün eden acımasız hastalığın) hızlı akışıyla erimesinin önünü alacaklardır, yaydıkları dirimsellikle...

Ağaç gövdelerinin türlü yakınlıklarda resmedildiği isimsiz tabloları incelerken, onun bütün yapmak istediği istismar edilen tabiati eski düzenine kavuşturmak, diye bir yorum yapabiliriz. Ama sanat alanında bir felsefe kurmayı amaçladığı yok Söhrab'ın, guaj, sulubaya, kara kalem yağlı boya ile çizdiği kendi çiçekleri, kendi ağaçları, kendi akan suları, siyah ve kırmızı balıkları ve Kaşan'ı var. Taşların dokusuna nüfuz etmeye çalışmıyor, ağaçlarda görünmeyeni gösterme gibi bir kaygısı da yok. Fırçasını tabiatı incitmeye kıyamazmış gibi bir yumuşaklıkla kullanıyor tuvalde.

Kolaj resimlerinde bir ahenk, bir sükunet arayışı hissediliyor, karelerin yumuşak eğrilerle hareketinde. Kafesteki kuş, özgürlüğünü kazanmak için bir tutkuyla parçalıyor kafesini; kare kare dağıtarak. Akrilik kübik; durgun su, ince ince akışıyla yıkamaya hazırlanıyor yeryüzünü.

Ayrıntıya değil canın özüne değdiriyor fırçasını Söhrab ve yumuşak lekelerle görülmeden geçilene bir yol açıyor. Güzel, onun gözlerinde yeni bir can buluyor. Tabiatı yeşile kaçmadan resmediyor. Tablolarını isimlendirmiyor. Natürmortu tablonun köşesinden görünen iki muz, birkaç elma, nar. Pencereden görünen şehir de ola ki Tahran, düz çatılarıyla. Arkada dağlar uzanıyor. Saksılar, ipte asılı çamaşırlar, pek çok resimde çıkıyor karşımıza.

Suluboya bir Kaşan: Çıplak tepeler, sıra ağaçlar, Mustafa Kutlu'nun dağ tablolarını çağrıştırıyor. Şair ve ressam, o dağları birbirine bağlayan ince yollarda daim arayış içinde olan yolcudur. "Yolda" şiirinde anlattığı gibi (Göl Uykusunun Ötesinden, Çeviren M. Babek, Mayıs Yayınları):

Geleceğim
Gülle donatacağım
Duvarların üstünü
Her bir pencerenin altında
Şiirler okuduğumda
Her karganın bir kavağı olacak
Yılanın kurbağayla dostluğuna...

Kaşan'ı yeniden bulma arayışı şiirleriyle, tablolarıyla işte böyle sürüp gidecek. Kaşan'da yaşarken bile bu yolculuğu sürüyor; üsluplardan geçiyor, teknikler deniyor. Bazen Van Gogh'a yaklaşıyor, bazen Paul Klee'ye, renkleriyle Kara kalemle kanatlanmış, uzaya, gezegenler âleminin boşluğuna uçmaya hazırlanan bir insan bile çizmiş. 

Sanat dünyanın daha bitmemiş olduğu sezgisiyle harekete geçer. Resim gibi bir sanatta  ilerleme diye bir şeyden, bir uygarlık hiyerarşisinden söz edilemez. Bunun sebebi ise, Merleau-Ponty'nin dediği gibi, belirli bir yazgının bizi geride tutması değil, resimlerin ilkinin, tuvale (mağara duvarına) ilk çizilmiş olanın bir anlamda geleceğin dibine dek gitmiş olması. Bu nedenle de 20. Yüzyılın en önemli ressamlarından biri olan Miro ısrarla mağara resimlerine geri dönmek istedi. Ve yine aynı nedenle Söhrab resimlerinde görkemli bir yalınlığın arayışına düştü.

Erkenden öleceğini biliyormuş gibi yoğun çalışarak, ama acele etmeksizin sayısız tablo yaptı, sayısız şiir yazdı Söhrab. Galerinin girişinde sayısız çocuk ya da delikanlı ve orta yaşlı Söhrab fotoğrafı gördük; yaşlandığını görmeden buluştu ölümle. Arık, mütebessim, gözlerinin içi gülen Söhrab, bu dünyada neyi yapması gerektiğini erkenden farketmiş, hayattan nasibini fazlasıyla almış bahtiyar adam.

Galerinin sonunda bir karyola çıktı karşımıza; cevizden, oymalı kakmalı, taht gibi. Sade resimlerin ressamı, duru şiirlerin şairi o ihtişamlı karyolada uyumuş yıllarca.

Galerinin giriş bölümünde ise bir fotoğraf vardı: Söhrab hastalığının son zamanlarında bir ağaçla konuşuyor. Ağaç onu dinliyor, o ağaçla (toprakla) kaynaşmaya hazırlanıyor, zayıf solgun. Ruhu bir ağaç dalı Söhrab'ın, bir ucuyla gökyüzüne ulaşma çabasında, diğer ucuyla da eğilmiş, toprağı dinlemeye devam ediyor.