Devlet dairesine girerken ayağı dolaşan bir toplumuz.
Bir valinin, kaymakamın huzuruna çıkmak, hele jandarma komutanının odasına girmek, halkımızın diliyle söylersek, "üç kulhüvallahü bir elham okuma"yı gerektiriyor.
Oysa bizim kültürümüzde devlet başkanını en net biçimde uyarma geleneği var.
Vaktiyle Devlet Başkanı Ömer'e karşı bir kadın "Allah'ın bize verdiği hakları nasıl kısıtlarsın?" diye itiraz edebiliyor. Yine, bir saadet çağı insanı Halife Ömer'i "Yanlış yaparsan meni kılıçlarımızla düzeltiriz" diyebiliyor.
Demokrasi ise, bu, onun şahikası olmalı.
Devlet insan için vardır. halk için vardır. devlet adına görev üstlenmiş olan kişi, halkın hakimi değil, hadimidir. Maaşı, halka hizmet için verilmiştir.
Devlet adına hiç kimsenin, halktan herhangi birine göz karartması, öfke saçması diye bir hak yoktur.
Hiç kimse devlet yetkisini halka baskı ve zulüm için kullanamaz.
Devletin kendi içinde kendi sınırını koruyan ilkeleri olmalıdır.
Bu ilkelerin denetimini yine halk yapmalıdır.
Bizde bu alanda yığınla sorun vardır.
Kimi zaman kurallarda sorun vardır, kimi zaman uygulamada sorun vardır.
İnsanlar, devlet adına güç kullanırlar.
Devlet adına azarlarlar, dışlarlar, hatta şiddet kullanırlar.
Bizler de toplum olarak buna alışmış, hatta içselleştirmişizdir. Onun için devlet kapısında ayağı dolaşan bir toplum olmuşuzdur.
Onun için hak talep edeni yadırgarız.
Hatta hak talep edenin dövülmesine hak veririz.
"Neden dövüyorsun?" diye soranımız azdır.
Bir başbakan asılmış bu memlekette, "Neden asıyorsun?" diyen on kişi çıkmamış. "Suçu olmasa asmazlardı" demiş kimisi. Kimisi suç üretimine katkıda bulunmuş, bir tür iddianame yazmış.
Adamın birine, cezaevinde pislik yedirmişler. Adam tüm dişlerini çektirmiş. "'N'oluyor orada?" diye sormamışız. Toplum olarak susmuş, bir anlamda "Suçu olmasa pislik yedirilmezdi" demeye getirmişiz.
Polis üniforması giymiş adamlar bir gün Taksim meydanında geleni – gideni çevirip duvara dayamış, üst araması yapmış, kimse çıkıp da "Niye bunu yapıyorsun?" dememiş.
Bir üniformalı devlet görevlisi, kendisine yanaşıp, Kürtçe  derdini anlatmak isteyen yaşlı kadına "Türkçe öğren de gel, derdini anlat" diye çıkışmış, yaşlı kadın yutkunarak evinin yolunu tutmuş.
Bu memlekette binlerce kız çocuğu, sırf başlarındaki örtü sebebiyle eğitim imkanından mahrum bırakılmış, üniversite önlerinde coplanmış, sınıflardan çıkarılmış, hatta okumak için başka ülkelere gitmek zorunda kalmış.... toplum olarak bu uygulamayı sinemize çekmişiz.
İşkenceli günler yaşanmış.
Vücutlara verilen elektrik bizi çarpmamış, falakanın acısını duymamışız, Filistin askısında kolumuz kopmamış...
Sokakta tekmelenen birisini gördüğümüzde başımızda bir tekme izi görmemişiz. Karnımızda bir tekme spazmı hissetmemişiz.
Ne yapmışız?
En masumumuz üç maymun rolü oynamışız: Görmedim, duymadım, sözüm yok.
Biraz daha kalbi nasırlanmış olanımız, zulme gerekçe üretmiş...
Oysa, bir toplum, birbirinin hukukunu gözettiği ölçüde sağlıklıdır.
Tekme, işkence, azarlama, sürgün ve idam... bizim bedenimize ve ruhumuza bir acı olarak yansıyorsa insanız, aileyiz, toplumuz.
Bir tek kişi bile olsa... Haksız acı yaşayan, üzerinde haksız devlet gücü kullanılan.... onun için yanan bir yürek çıkmalı bir toplumda...
Bu tür sorunları çözmek için, dışardan, Avrupa'dan, Amerika'dan  baskı gelmesini beklememiz ne kadar acı.
"Biz bu işleri dış dinamik olmadan çözemeyiz" söylemi ne kadar yakıcı.
Siyasi hayatımızı düzeltmek için Avrupa'dan normlar ithal etmemiz, insan haklarına Avrupa standardı aramamız, "İşkence var mı yok mu ?"yu oradan gelen heyetlerin denetlemesi...
Bunlar, bizim gibi, asırlar boyu, "insanlık adası" halinde yaşayan bir toplum için ne kadar incitici.
Kürtlerin neden sorunu olmalı bu ülkede?
Dindarların neden sorunu olmalı?
Sade insan neden devlet kapısından ürkmeli?
Bütün sancılar zaman içinde birikiyor ve ülkenin eteğinden aşağıya doğru çekiyor.
Devlet – toplum ilişkileri bütün alanlarda sancılanıyor, S.O.S veriyor.
"Mağdurlar" oluşuyor, on binlerce... Küskünler, kırgınlar oluşuyor.
Şu an Türkiye'yi yöneten siyasi kadronun, böyle bir mağduriyetler sürecinden çıkıp gelmesi ne kadar anlamlıdır! Ve bu iktidarın, Ankara'da, devlet adına her şeyi düzeltebilme iktidarında olup olmaması ne kadar önemlidir.
"Sıfır işkence" diye yola çıktı bu iktidar.
Henüz "sıfır mağduriyet" noktasına gelmediği aşikar.
Söylemem gereken şu: Şu anda ülkeyi yönetme sorumluluğunu verdiğimiz kadroları, mağduriyetleri sıfırlama noktasında zorlamalı, teşvik etmeli, murakabe etmeliyiz.
Devletin demokratikleşmesi denen şey bu. Ve bunun gerçekleşmesi, tamamen toplumun diriliğine bağlı.
Halife Ömer'e kendisine biat eden insanlardan birisi "sırtındaki gömleğin hesabını ver" diye seslenmişti.
O öz güvendir ki toplumları gerçek anlamda toplum yapar..
Belki de aradığımız o insan, o toplum ve o yöneticidir.