Darbeci düzenin tarihin çöplüğüne gönderilmesi ihtimali bu kadar elle tutulur hale gelmişken, Türkiye’nin gündemini yeni bir anayasaya odaklamak yerine kısmi anayasa değişiklikleriyle zaman tüketilmesi, rasyonel bir adım olmayacaktır.

Geçen haftaki yazımızda (29 Eylül 2010) yeni anayasanın yapılmasını engelleyebilecek oldukça rafine tuzakların varlığından söz etmiştik. 1960 darbesiyle birlikte yapılandırılmış bir Anayasal düzen, 50 yıldır varlığını devam ettirebiliyorsa, bunu, işlevsel varlık nedenini darbeci zihniyete dayandıran kurumlar, darbe düzenini “norm” kabul edip, onun normaline göre politika yürüten medya, ekonomik varlığını darbelere borçlu olan toplumsal kesitler ile 27 Mayıs 1960 Darbesiyle birlikte kendi tüzük ve politik programını devlet aygıtına egemen kılabilen siyasi partilerin varlığından bağımsız değerlendirmek pek olası değildir. Bu aktörlerin statükonun değişmemesi yönünde özel çabalar içinde bulunması şaşırtıcı olmamalıdır.

Bu doğrultuda, çeşitli çabalar ortaya çıkabilir. Eğer sayısal oran yetiyorsa zaten mevcut Anayasanın temel esaslarına dokunulmasına izin verilmez. Bunun yaratacağı negatif toplumsal yansımalar ise, darbeci düzende herhangi bir yıpratıcı etkisi bulunmayan “maddi” nitelikli Anayasa değişikliklerine onay verilmesi yoluyla giderilir. Birinci engel aşılırsa, ikinci aşamada darbelerin ürettiği ve varlık nedenini darbeci düzende ve onun ideolojisinde bulan kurumların müdahalesi sağlanır.

Toplumsal manipülasyon

Bu aşama daha riskli bir aşamadır. Çünkü burada bir engelleme sağlanabilirse, statükonun korunması yönünde zincirleme avantajlar devreye girebilir. Anayasa Mahkemesi’nin saptadığı “Anayasaya aykırı eylem” çerçevesinde parti kapatma ve siyasal tasfiye olanağı yaratılmış olur.

Eğer Anayasa Mahkemesi değişikliklere onay verirse, bu durumda en riskli aşamaya geçilmiş olur ve tüm kozlar toplum manipülasyonu üzerinden oynanmaya çalışılır. Manipülatif çabalarla kamuoyunun korku ve benzeri rasyonel olmayan etkilere teslim olması sağlanarak, bunun yaratacağı psikolojik etkiyle sonraki adımların atılabilmesi için zemin yaratılır ve Ankara’nın çeşitli yerlerinde, bazı yüksek yargı aktörleriyle statükonun karanlık koruyucuları bir araya gelip bazı partiler hakkında kapatma davasının zamanlamasını konuşur. Toplumda kararlı bir demokratik irade ortaya çıktığında ise, siyasi iradeler toplumsal desteği zayıflatacak stratejik hatalara yöneltilmeye çalışılır.

Statükonun meşruiyet kaygısı

Bu şekilde, toplumun söz konusu siyasi iradeye hangi haklı gerekçelerle onay verdiği analiz edilerek, tam da bu haklılığı zayıflatıcı adımların atılması sağlanır. Gerektiğinde siyasi iradenin en hassas olduğu konular kaşınarak bu yapılmaya çalışılır. İşte başörtüsü yasağı konusunun gündeme getirilmeye çalışılması, bu stratejilerden biriydi.

Türkiye’de hiçbir yapısal reform, statükocu güçlerin onayıyla gerçekleşmemiştir. Türkiye 1982 Darbe Anayasasının kabul edilişinden bu yana iki defa yapısal reforma sahne olmuş, bir değişiklik ise yapısal reformları mümkün kılmıştır. 1987 yılında yapılan Anayasa değişikliğiyle, Anayasanın değiştirilmesi kolaylaştırılmıştı.

Bu değişiklikler olmadan 2010 değişikliklerinin hayata geçmesi mümkün değildi. İkinci önemli değişiklikle 2007 yılında Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine imkân sağlanmıştı. Üçüncü değişiklik ise yargı sistemine ilişkindi. Ancak tüm bu değişikliklerin ortak paydası, hiç birinde statükocu güçlerin uzlaşıya yanaşmamış olmasıdır. Bunun dışındaki Anayasa değişikliklerinin (başörtüsü hariç) tamamında statükocu güçlerin onayı vardır. Bu şaşırtıcı değil, çünkü statükocu güçler dahi, ulusal ve uluslararası alanda minimum meşruiyete ihtiyaç duyarlar. Darbeci de olsa, sistemin minimum düzeyde temel hak maddeleri barındırması sağlanmalıdır ki, toplumda ortaya çıkan tepkiler yatıştırılsın veya gerektiğinde rejimle sorunu olan siyasi akımlara yönlendirilebilsin. Bu bağlamda 27 Mayıs Darbecilerinin en zekice yatırımının, Anayasaya bolca temel hak maddesi koymak, bu sayede akademik dünya ile sol siyasi akımları 50 yıl boyunca kendi meşruiyetlerine inandırmak olduğunu söylemek zorundayız. 1982 Anayasası döneminde yapılan değişikliklerle sosyal haklar, kadın hakları, idam cezası gibi “maddi” anayasa normları konusunda uzlaşmacılık maskeli adımların atılması ve topluma özgürlükçülük ve demokrasi taraftarlığı mesajının verilmesi de aynı stratejinin bir parçasıdır. Ancak tüm bu adımların bir “güven” duygusuna dayandığını söylemeliyiz: Maddi anayasa normları, sistem normları karşısında ikincil önemdedir. Yani hangi maddi anayasa normu değiştirilirse değiştirilsin, kurumların kompozisyonu ve işleyişi değişmediği sürece, bu maddi anayasa değişikliklerinin hayata geçmesi mümkün değildir.

‘Biz bildiğimizi yaparız’

Gerçekten de temel hak ve özgürlükler konusunda 10 yılda yapılan değişiklikler darbe yargısı sistemine dokunulmaması nedeniyle hayata geçmedi. “Parlamento yasayı değiştirse de biz bildiğimiz şekilde karar veririz” şeklindeki yüksek yargı aktörlerinin beyanları bunun bir ifadesiydi. Hatta 12 Eylül 2010 referandumunun ardından yine Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının “Anayasa değişse de biz bildiğimiz korumacılığı yapacağız” şeklindeki açıklaması ortada.

Bu ifade, yüksek yargı aktörlerinin 2010 değişikliklerinin içeriği hakkında hiçbir fikre sahip olmadığını gösterse de, statüko tamamen aynı durumda değil. Bu nedenle, kurumsal desteğin zayıflamasına rağmen, bu defa daha ileri demokratik adımların atılmasını engelleyerek toplumsal alandaki operasyonlarla kendini yeniden üretmenin yolunu açabilir.

İşte burada ikinci stratejik adım (tuzak) devreye girmektedir: Bu da, demokratik iradeleri ve toplumsal dikkatleri yeni Anayasa yapımından alıkoymak suretiyle, kısmi anayasa değişikliklerine odaklandırmaktır. Bu şekilde demokratik iradelerin hem yapısal reformlarla ilgisi olmayan maddi anayasa normlarıyla, dolayısıyla sınırlı makyaj düzenlemelerle yetinilmesi sağlanmış olacak, hem de bu değişikliklere onay vererek, kendilerinin ne kadar uzlaşmacı olduklarını topluma anlatma imkânı bulacaklardır.

Yeni anayasa fırsatını heba etmek

Yapısal nitelikte olmayan düzenlemelere destek verilerek maliyeti olmayan bir “uzlaşmacılık” payesi kotarıldıktan sonra, yapısal reformlar ve yeni anayasa konusunda engel çıkarmanın psikolojik zemini de yaratılmış olacaktır. Kısacası yeni Anayasa konusunda ortaya çıkmış olağanüstü enerji anlamsız küçük revizyonların hayata geçmesi için tüketilecektir.

Türkiye tarihinde hiç olmadığı kadar siyasallaşan bir toplumsal yapıya kavuşmuşken, Türkiye’nin evrensel standartlarda demokratik bir ülke olarak yeniden yapılandırılması ve darbeci düzenin tarihin çöplüğüne gönderilmesi ihtimali bu kadar elle tutulur hale gelmişken, Türkiye’nin gündemini yeni bir Anayasa’ya odaklamak yerine kısmi Anayasa değişiklikleriyle zaman tüketilmesi, rasyonel bir adım olmayacaktır. Hem siyaseti öldüren, hem de yeni anayasa yapımını imkânsız kılacak böyle bir tuzağa düşmemek, tarihsel bir sorumluluğun gereği olacaktır.

[email protected]

Kaynak: Star