Türkiye toplumunun büyük bir bölümünde yeni anayasa ihtiyacı konusunda bir mutabakat ve yüksek bir beklenti oluşmuş bulunmasına paralel olarak, yeni anayasanın yapımıyla ilgili sürecin de resmen başladığı bilinmektedir.

Yeni anayasanın hangi usûlle yapılacağı üzerinde de büyük ölçüde mutabakat sağlanmış görünmektedir. Ayrı bir kurucu meclis olması gerektiği düşüncesi yerini TBMM'nin yeni anayasayı yapabileceği düşüncesine büyük ölçüde terk etmiş durumdadır. Bu durumun da teşvik edici olduğu bir gelişme ise, yeni anayasa hazırlanması sürecini TBMM Başkanı Sayın Çiçek'in başkanlığında kurulan bir "uzlaşma komisyonu"nun kurulması ve çalışmaya başlamasıdır. Hâl böyleyken, "uzlaşma komisyonu"nun kendi çalışma usûllerini belirlerken kararlaştırdığı "oybirliği ile karar alma" kuralı, yeni anayasa sürecinin işleyemeyeceği, zira anayasanın somut içeriğine dâir konular gündeme geldiğinde oybirliği sağlamanın mümkün olamayacağı görüşü kamuoyunun özellikle kötümser veya kuşkucu çevrelerinde bir hayli taraftar bulmuş gibi görünmektedir.

"Uzlaşma Komisyonu"nun, kararlarını oybirliği ile alma esasını benimsemesinin kötümser ve kuşku uyandırıcı yorumlara neden olması ve bu tavrın kamuoyunda yaygınlaşması, Türkiye'nin gerçekten yeni bir anayasa düzenine ihtiyacı olduğunu ve bunu gerçekleştirebilecek siyasî ve kültürel birikime sâhip bulunduğunu düşünenler için karşı durulması gereken bir gelişmedir. Zira, böyle bir kuşkucu ve kötümser atmosferin yeni anayasa çalışmalarını etkileyecek düzeyde yoğunluk ve yaygınlık kazanması, süreci Uzlaşma Komisyonu'nun aldığı oybirliği kararından çok daha olumsuz yönde etkileyebilecektir. Bu nedenle, yeni anayasa sürecinin doğru dürüst işlemesinin mümkün olmadığına dâir yorumların içinde yer alan unsurlara biraz yakından bakmakta fayda vardır.

Birinci nokta şu: Uzlaşma Komisyonu, toplumun yeni anayasa ihtiyacı üzerinde büyük bir beklenti içinde bulunduğu bir ortamda görev üstlenmiş, siyasî parti temsilcilerinden oluşan ve dolayısıyla siyasî sorumluluk üstlenmiş bulunan kimselerden meydana gelmektedir. Komisyon'da, oybirliğini ortadan kaldıracak bir durum oluştuğunda, kamuoyu, hangi siyasî partinin hangi konuda ve hangi nedenlerle uzlaşmaz tavır sergilediğini bilecektir. Bu da, ilgili siyasî partinin toplum nezdinde siyasî bir sorumluluk alması anlamına gelecektir. Bu durumda, oybirliği sağlanamayan konuların gerçekten Türkiye toplumunun farklı kesimleri içinde ciddîye alınabilir konular olması gerekmektedir. Aksi durumda, yani sudan sebeplerle veya siyasî gösteri mahiyetindeki karşı çıkışlarla süreci tıkamanın, buna sebebiyet veren taraf için istenmeyen siyasî sonuçları olabilecektir.

O hâlde, diyebiliriz ki, Uzlaşma Komisyonu'nun "oybirliği" ile karar almasını zorlaştıracak "ciddî" anlaşmazlıkların hangi noktalarda yoğunlaşabileceğini tahmin ederek, kamuoyunun bu konuda siyasî parti temsilcilerinin yer aldığı süreci olumlu yönde etkilemesine gayret göstermek, sürecin işlemeyeceğini baştan ilân etmekten daha yerinde bir tutum olur. Böyle yaklaşıldığında, sırf siyasî gösteri olsun diye ortaya konabilecek karşı çıkışlara toplumsal örgütlerin ve bireysel olarak Türkiye yurttaşlarının, özellikle bu "ciddî" anlaşmazlık ihtimali olan konularda aktif katkıda bulunmaları, süreçteki tıkanma ihtimalini azaltıcı bir etki yapabilir.

'OYBİRLİĞİ'Nİ EL BİRLİĞİYLE ARAMAK

Türkiye toplumunun siyasî bir süreç olan yeni anayasa yapımı üzerindeki bu etki potansiyelinin gerçeğe dönüşebilmesi ise, iki hususun öncelikle gerçekleştirilmesini gerekli kılmaktadır. Bunlardan ilki, yeni anayasa sürecinin siyasî düzeyde işlemekte olduğunu her ân Türkiye yurttaşlarına hatırlatan ve onları bireysel veya kolektif olarak bu süreci katılmaya davet edici bir tarzda konuyu gündemin ilk sıralarında tutmaktır. Burada elbette medyanın tüm alanlarına ve branşlarına büyük bir sorumluluk düşmektedir. İkinci olarak da, Uzlaşma Komisyonu'nun oybirliği sağlayamama ihtimalinin ciddîye alınabileceği temel konuları tespit etmek ve bunlar üzerinde ne gibi formüller üretilebileceğini tartışmaktır. 1990'ların başından beri 1982 Anayasası'nı yenileme çaba ve önerileri eksik olmayan bir toplumda bu hiç de zor bir iş değildir. Bu konudaki toplumsal hafızamızı tazelemek, anayasal gelişme târihimizle yüzleşmek ve en netâmeli konular üzerinde "oybirliği" sağlanabilecek formülleri aramaya yönelmek, esâsen şimdiye kadar yapılagelen bir şeydi. Şimdi, Türkiye'nin bu birikimini Uzlaşma Komisyonu'nun çalışmalarına olumlu katkı verebilecek bir tarzda somut hukukî ifâdelere kavuşturmaya çalışmak gerekmektedir.

Dolayısıyla ikinci nokta: Yeni anayasa sürecinin işlemesinin imkânsız olduğunu baştan ilân etmenin temel dayanaklarından en önemlisi, AK Parti, CHP, MHP ve BDP gibi siyasî partilerin, "Başlangıç"ta belirtilecek olan devlet anlayışı, "değiştirilemez hükümler", zorunlu din dersleri, Diyanet İşleri'nin anayasal (ve dolayısıyla yasal) statüsü, vatandaşlık tanımı, anadilde eğitim, adem-i merkeziyet düzeyi (veya özerklik) gibi ilk ağızda sıralanabilecek konularda "oybirliği" sağlamalarının mümkün olamayacağıdır. İsterseniz bunu bir düşünelim.

Örneğin değiştirilmek hükümlerde karşı çıkılan nedir? Sanırım 1. ve 3. maddelerdeki hükümlere kimsenin bir itirazı yoktur. Sâdece 3. maddede yer alan ve kanımca sehven "devletin dili" diye yazılmış olan ibarenin madde kenar başlığına uygun olarak "devletin resmî dili" diye düzeltilmesi gerekmektedir. 2. maddede ise sorun "toplumun huzuru, millî dayanışma ve adâlet anlayışı içinde" ibarelerinin hukuken anlamsız, "Atatürk milliyetçiliği" ibaresinin ise herkesin farklı biçimlerde tanımlayabileceği bir siyasî ideoloji niteliğine bürünmüş olması nedeniyle yeni anayasada yer almaması düşünülecektir. Burada kanımca "oybirliği" sağlamamak, sağlamaktan daha zordur.

Toplumsal taleplerin canlı desteği, buralarda değil de, vatandaşlık tanımı, anadilde eğitim, lâiklik ile ilgili hükümler ve kurumsal düzenlemeler ile yerinden yönetimlerin özerklik düzeyleri hakkında anlamlı olacaktır. Örneğin vatandaşlık konusunda, (1) bir tanım verme ihtiyacımızın olmadığını, (2) tanım verilecekse de bu tanımın bugünkü anayasaya 1961 Anayasası'ndan devreden bir kalıntı olduğu, ondan önceki 1921 Anayasası'nda böyle bir tanımın bulunmadığı hatırlanmalı, bilinmelidir. Keza din ve vicdan özgürlüğünün ilerletilmesi bakımından bugünkü otoriter devlet güdümlü din politikalarından vazgeçilmesi için anayasal kurallar koyma gereği bilindiğine göre, bu konudaki toplumsal taleplerin realizasyonu için de ne gibi formüller bulunabileceği üzerinde konuşulacaktır. Benzer bir durum özerklik kavramı ve buna bağlı olarak özerklik derecesi için de geçerlidir.

Değinilmesi gereken son bir nokta, devlet kurumlarıyla, yani parlamenter veya başkanlık sistemine göre örgütlenip örgütlenmeyeceğine göre yasama-yürütme ilişkilerini ve tabiî yargı bağımsızlığını ve tarafsızlığını gözden geçirmekle ilgilidir.

Bütün bu noktalarda "oybirliği"nin önündeki engellerin ne olduğu, Türkiye toplumunun örgütlü kesimlerinin ve bireylerin taleplerinde ve Uzlaşma Komisyonu'nda görev yapan siyasî temsilcilerin kendi tezlerini gerekçelendirme biçimlerine bağlı olarak netleşecektir. Netleşme, kanımca süreci tıkamayacak, oybirliği sağlamanın birinci aşamasını oluşturacaktır. "Bu bir tespit değil, temennidir" eleştirisi duyabiliyorum. Doğrudur, bu temenninin gerçekleşmesi için uğraşmak gerektiğini düşünüyorum.

Kaynak: Zaman