Bazen belli bir tarihte donup kalmış bir kütüphanenin raflarıdır, bir yazarın anakronizminin haberini veren, bazen de söylemsel bir tıkanmadır. Toplum hızla değişirken yazar düşmemek için tarihin bir anına sıkı sıkıya tutunmuş halde boşlukta sallanıyor olabilir.  Türkiye'de herhangi bir 3. Dünya Ülkesi'nde rastlanabileceği ölçüde çağdaşlığın ve modernliğin görünümler üzerinden ölçüldüğü dikkate alınırsa, yazarın anakronizmini vesikalık fotoğrafı üzerinden kavramakta zorlanırız. Medyada görünme sıklığı veya kamera ışıkları da, yazarın çağının ruhunu doğru kavradığını göstermez. An gelir, resmi söylemlerin gericilikle ilişkilendirildiği sosyal ve kültürel hareketler  bir çöküntü hali içindeki topluma taze bir nefes sunarlar da, tarihin bir dönemine saplanıp kalmış olan anakronik yazar bunu görmez.

Adalet Ağaoğlunun Pınar Kür'e yönelttiği eleştiriler, yazarların elbette farkına varmadan içine düştüğü anakronizm üzerine yeniden düşünmeme yol açtı.

Aslında bu iki kıdemli yazar üzerine yazarken haksızlık etmekten sakınmam gerekiyor. Yazar olarak Kür'ü sınırlı olarak tanıyorum, yıllar önce bir romanını ve iki yıl kadar önce de bir hikaye kitabını okudum.

Ağaoğlu, Kür'e göre daha rahat okuduğum, yazar olarak da önemsediğim bir romancı. Bununla birlikte, mesela Yazsonu'nu (1980) okurken satır aralarında sezinlediğim halk korkusundan ürktüğümü hatırlıyorum.

Kür ise çoğu kez yerli kültüre dönük sert eleştirileriyle yer tutmuş zihnimde.  Televizyondaki programının izleyicisi olduğumu da söyleyemem. Anlaşılan Kür başörtülülerin özgürce eğitim görmesini savunan her yazarın AK Partili olacağı kanısında; Ağaoğlu'nun Taraf'ta yayınlanan röportajındaki ifadelerinden çıkarıyorum bunu.

Toplum değişiyor oysa. Öyle ki partileri de değişmeye zorluyor ve bir dönemde "Çarşafla Mücadele Kampanyaları"na hami olmuş CHP bile, çarşaflı kadınlara kapısını açma ihtiyacını duyuyor.

"Başöğretmen kızı edası", Ağaoğlu'nun Kür'e yönelik eleştirilerinde kullandığı çarpıcı bir benzetme.  

"Başöğretmen kızı" konumu, ülkemizde Cumhuriyet'in ardından bir azınlıktan çoğalmaya giden tahsilli zümrenin avama yönelik kollama gözetmeyle beslenen kibrini temsil eder.

Kibir elbette ki kendini geliştirmenin önünde büyük bir engeldir.

Bu, Adorno'nun sözü olmalı: "Kendi dönemimizin başarılı bir estetik temsilini oluşturamazsak, nostaljinin kucağına düşeriz."

Kür'ün, NTV programındaki Clinton söyleşisi sırasında Türk kadınlarının halihazırdaki konumundan duyduğu sıkıntıya dair ifadelerini de okumuştum gazetelerde.  "Ayaklar baş, başlar ayak oldu" şeklinde bir deyim var. AK Parti iktidarı Kür üzerinde seçilmiş süzülmüş bir tabakaya mensubiyetinin önemini daha da uzaklara iten bir etki doğuruyor sanki.

Bu açıdan bakıldığında Kür, Cumhuriyet'in Halkevleri kanalıyla benimsetmeye çalıştığı resmi ideolojinin misyonerliğini yapan memurların dünyasında yaşıyor ve yazıyor gibi, hâlâ.

Oysa ki Altı Ok geçen zaman içinde yeni bir muhteva kazanmış olabilir, halkın geçirdiği değişimlerin yeni tanımlarıyla birlikte. Halk ise tüzük ve yönetmelik açıklamalarından çıkarak bir vücut bulmuş, sahaya inmiş, katılım talep eden ve sesinin bastırılmasına izin vermeyen bir güce dönüşmüş olabilir. 

Neşe G. Yeşilkaya'ya göre 'Bir "modern proje" olan Kemalizm, "yeni toplum"u ve "yeni hayat"ı yaratmayı amaçlar. Yeni hayat"ın gerektirdiği alışkanlıklar, davranış-düşünüş biçimleri,  sanat ve müzik zevki, eğlence biçimleri ya da kısaca "kafa yapısı" şekillendirilir. "Yeni hayat"ın amaçlanan niteliği, hem "muasır" olan, hem de "milli" olandır. Toplumun "mürebbi"si halkevleri, "telkin ve terbiye ile toplumu "eğitir", "halka  "doğru tezleri aşılar". Ferdler "kaynaşmış kütle" içinde, bu kütle ile biçimlenir. Bütün bunlarda yol gösteren ise partidir. Halkevleri, Tek Parti döneminin en somut ürünlerinden biridir. Partinin ilkelerini halka yaymak ve devrimleri benimsetmek amacıyla kurulmuştur. Halkevinin işlevlerinin anlatıldığı şu başlıklar,  ideal topluma ulaşmanın yollarını anlatır:  Devrimin Aşılanması, Geçmişe Ait İzleri Silmek, Kaynaşmış Kitle Yaratmak, (...) Terbiye, Telkin..." (Halkevleri: İdeoloji ve Mimarlık, İletişim; İstanbul, 1999.)

Başlıklardan biri olan "canlandırma", yeni bir toplum olma yolunda "kaynaşmış bir kütle" haline getirilmek istenen toplumun panayırlar, festivaller, geziler, balolar yoluyla canlandırılması ve hareklendirilmesi gibi bir içeriğe sahiptir.

"Başöğretmen kızı", bu panayırlarda, festivallerde, gezilerde, balolarda, bir Hollywood filminden koparılma parti sahnesini canlandırmak üzere gezinir. 

Kendisini solcu olarak adlandıran bir yazarın benimsediği elitist tavır,  modernleşmesini askeri darbelere bağlayan ülkelerde sıradışı bir durum sayılmaz. Toplumsal okumalarını sürdürürken özeleştiriden de geri kalmadığı görülen Ağaoğlu, aydınlara özgü "halk korkusu"nun  tuzaklarına düşmemeyi başarıyor. Buna karşılık Kür güncel siyasal ve sosyal olaylar ve olgularla ilgili yorum yaparken, Cumhuriyet baloları mekânlarından seslendiği izlenimini veriyor.