Masmavi Atlas Okyanusu'ndan, çok uzaklardan kopup gelen azgın dalgaların bembeyaz köpüklenerek ve de tuhaf çığlıklar atarak dövdüğü kayalıkların en tepesinde yalnızlığa dalmışken...
Kunta Kinte geldi aklıma.
Kökleri düşündüm.
İşte burada, Kara Afrika'nın batıya uzanan en uç noktası Goree Adası'nda, onaltıncı yüzyılın ortalarında başlamış köle ticareti, insanlığın kapkara ayıplarından biri...
Bilmem hatırlar mısınız?
Televizyon 1970'lerde siyah beyaz tek devlet kanalından ibaretken Kökler dizisi oynardı TRT'de.
Hiç kaçırmazdım.
Kunta Kinte'nin vahşi bir hayvan gibi ormanda yakalanışı, zincire vurulması, o daracık zindanlarda kırbaç cezasına çarptırılması, gemilere balık istifi doldurulup Amerika'ya doğru yola çıkışı, bütün o korkunç, tüyler ürpertici sahneler...
Neler yaşıyor insanoğlu?..
Yoksulluk sanki çiçek açmış, rengarenk. Ama yumuşak, neşeli, gözlerinin içi gülen insanlar, kendi kendileriyle barışık bir havada ağır tempolu yaşıyorlar.
Kadınlar ise...
Upuzun boyları, upuzun bacaklarıyla, kırmızıydı, sarıydı, mordu, turuncuydu, beyazdı, en cart, en göz alıcı renklere bürünmüş, salına salına giden güzellikleriyle insanın dikkatini hakikaten çeliyorlar.
Kimi başının üstünde tepsi gibi bir şey taşıyor, kimi sırtına bağlı bebeğiyle mağrur bir edayla yürüyor. İncik boncuk satanlar ise her an tepemde, beni hiç yalnız bırakmıyorlar, üç kuruşa bir şey satabilmek için...
Aramızda Türkçe konuşarak Goree'nin sokak aralarından geçerken, şortlu bir kadın sesleniyor:
"Hiç aklıma gelmezdi buralarda bildiğim bir dili, Türkçeyi duymak, ne tesadüf!"
Türkçeyi güzel konuşuyor.
Hay Allah!
Nereden nereye diye sorunca, "Uzun hikâye" diye yanıtlıyor, "Bir zamanlar Suriye'den gelmişiz, Ermeni'yim..."
Senegal'de, Afrika'nın batıya uzanan en uç noktasındaki Goree Adası'nda bir Ermeni... Hikayesini, köklerini yazmak isterdim. Ama anlaşılan o buna pek gönüllü değil. Bizi selamladı, evine girip kapıyı arkasından kapattı hemen...
Hatiçe'nin sesi kulağımda...
Daha doğrusu, Hatiçatu'nun.
Siyah bir kız, Senegalli. Lise öğrencisi. Ayakta bizim için Türkçe şarkı okuyor, Fatimem'i. Öteki kız öğrencinin adı Emine, ya da Aminata. O da Türkçe şiir okuyor.
Bir tarafta Atatürk fotoğrafı.
Bir tarafta Türk bayrağı...
Gösteriyi sunan genç kızın adı da Hatiçatu. Türkçe'yi bir İstanbullu gibi konuşuyor. Üçü de Dakar'daki Yavuz Selim Koleji adını taşıyan Türk okulunun öğrencileri.
Senegal'de aynı ismi taşıyan dört Türk okulu var. İlki on bir yıl önce kurulmuş. Fethullah Hoca Cemaati'nin Berlin Duvarı'nın 1989'da yıkılmasından sonra, özellikle Orta Asya'dan başlayarak dünyada yüze yakın ülkede kurdukları 500 okulluk zincirin Afrika'daki halkaları. Senegal'deki okulların sponsor şehri ise Adana'ymış, daha doğrusu Adanalı işadamları...
Hatiçatu, Türkçesiyle güzel söylüyor:
"Bir başkadır benim memleketim!"
Şehrin varoşlarında teneke mahalleleri. Kadınlar bir yandan neşeyle çene yarışıp, bir yandan plastik leğenlerde çamaşır yıkamakla meşguller. "Açık hava çamaşırhaneleri" diyor Yavuz Selim Koleji'nin yöneticilerinden biri, "Para karşılığı yaparlar bu işi..."
Kendisi Türk, karısı Kürt.
Batman'da öğretmenlik yapmış.
Kökleri konuşuyoruz.
Türkiye'de köklerle halkın değil, 'devlet'in derdi olduğunu söylüyor. Kürt gençlerinin bir bölümü dağa neden çıktı, PKK'ya neden katıldı? Köklerine ilişkin dertleri olduğu için mi?..
Baobab ağaçları, bu ülkenin simgelerinden. Çıplak, yalın halleriyle romantik ve de hüzünlü bir duruşları var. Acaba Leopold Senghor, Senegal'in 1960'daki kurucu cumhurbaşkanı, Fransızca yazan büyük ozan, Baobab ağaçları için bir de şiir yazmış olabilir mi?..
Belli, hayat çok yavaş akıyor buralarda. Evet, insanlar güler yüzlü, yumuşak ve kendi kendileriyle barışık.
Bizdeki koşturmaca yok.
"Senegal'de Wolofça bir atasözü vardır" diyor kulağıma eğilip, "Yarını beklesen de gelir, beklemesen de gelir."
Bu söz, Ayşe'nin geçenlerde bana bir uyarısını anımsatıyor:
"Hasan Cemal o kadar koşturma! Sonunu göremeyeceksin bu filmin, senden sonra da devam edecek çünkü..."
Çok büyük bir yanlış!
DAKAR
Cumhurbaşkanı Gül, İslam Konferansı zirvesi sırasında kendisine AKP ile ilgili kapatma davası konusundaki soruya son derece olumsuz bir tepki verdi.
"Şimdi bakın, Meclis'te bu kadar çoğunluğu olan bir iktidar partisi ile ilgili böyle bir girişimin Türkiye'ye ne kazandıracağı, ne kaybettireceğini herkesin çok dikkatli, çok çok dikkatli düşünmesi lazım" dedikten sonra kendisine şöyle bir soru yöneltildi:
"Bu kapatma girişimi geçmişte Refah Partisi'yle ilgili kapatmayla karşılaştırılabilir mi?"
Bu soru Gül'ü rahatsız etti. İki elini kaldırarak, "Kesinlikle bu iki konu birbiriyle karşılaştırılamaz" diye yanıtladı. Cumhurbaşkanı Gül, gazetecilerin ısrarlı sorularını yanıtlarken, her sözcüğü dikkatle seçmeye çalıştı, sonra da, "Ben Türkiye'nin birliğini, bütünlüğünü temsil ediyorum. Bu tartışmaların Türkiye'ye ne kaybettireceğini iyi düşünmek lazım. Burada kesiyorum, benim bakış tarzım budur" dedi.
Benim yorumuma gelince...
Yüzde 47 oyla seçim sandığından çıkarak iktidara halkın oyuyla gelen bir partiyi kapatma girişiminin son derece yanlış olduğunu düşünüyorum.
Böyle bir girişim demokrasiye de ters düşer. Türkiye'de siyasi istikrarı da son derece olumsuz etkiler.
Geçmişte parti kapatmalarının Türkiye'ye demokrasi, barış, istikrar açılarından hiçbir yarar sağlamadığını biliyoruz.
Gerek askeri rejim dönemlerinde, gerekse Anayasa Mahkemesi eliyle Türkiye'nin siyasi partiler mezarlığı haline getirilmiş olması Türkiye'de demokrasi ve hukuk devletinin önünü açmamış, tersine tıkamıştır.
Kaynak: Milliyet