Yeni teknolojiler ve üsluplar karşısında anlayışlı olmaya çalışsam da kısıtlı vaktimi yerli yerince kullanma konusundaki tedbirli tavrım baskın çıktığı için facebook davetlerinin uzağında durdum yıllardır. Üstelik daha bir web sitem bile yok. Meslektaşlarım ve konunun uzmanları birkaç yıl süren bir görüş alışverişiyle bir sanal büronun gerekliliğine beni ikna ettiler, Kerem Abadi mizacıma uygun bir site kurma konusunda sözler verdi. Şimdi sakin bir bekleme evresini adımlıyoruz.
Araya twitter deneyimi girdi çünkü. Facebook zaten hiç ilgi duymadığım arazi, adıma düzenlenen sayfayı isimsiz bir okuyucum hazırlıyordu, sağolsun; galiba o sayfa da artık aktif değil.
“Facebook devrim yapar mı?” diye soruyordu, Yasin Aktay. Tereddütleri elbet anlaşılır. Ne facebook devrim yapar ne de twitter. Devrim de zaten yapılmaz, gelir.
Twitter’ın bir söyleşi kurmaya katkısı konusunda belirgin bir kuşkum vardı, hâlâ var.
İnsanın parlak fikirlerini anında iletme ve kalabalıklarla paylaşma imkânının –varsa eğer- ana metnin enerjisine zarar vermesi de pek mümkün. Buna karşılık, öylesine parçalanmaya ve yalıtıma meyyal ki hayatlarımız, zaman zaman türlü cümlelerin aktığı bir şeride gönderilen düşünülmüş ya da savruk bir cümlede, ortak bir anlama çabasına, geliştirilen bir metne dönük bir işaret, bir katkı bulmayı umuyor insan.
Twitter dili Barthes’in sözünü ettiği evrensel barışı çağıran sade ve öz ortak “ak” ya da “ağartılmış” dil olabilir mi? Acaba AK Partililer Barthes’ın “ak dil” tasarısını nasıl değerlendiriyor, bunu bilmek isterdim.
Üç ayı geçen twitter yazarlığı tecrübem neler öğretti bana? Başta az ve öz yazmaya çalışırken kelimeleri kesip kırpma güçlüğü… Uzun yazmaya meyyal bir yazarım. Öyle ki bazen bu köşenin yazısı çok uzun bir yazı kesilip kırpıldığı için olmadık yerlerinde aksamalarla karşınıza çıkabiliyor, söz konusu aksamaları sadece kendim de görsem...
Rad suresinde anıldığı şekilde selin alıp götürdüğü sönmeye yazgılı köpüğe dönüşmesin diye sözünüz, aceleye gelmeden bir yazıp iki düşünmeyi öğretiyor twitter… Ayrıca önem verdiğiniz cümlenin ille de önemsenecek bir cümle olmayabileceğini en başında kabul etmelisiniz…
Ve bir de söyleşinin mümkün olup olmadığı… Siyaset cümlelerine bazen Furuğ’u, bazen Deleuze’ü, bazen Mengüşoğlu’nu karıştırmazsam, o ırmağın akışına ne kadar tahammül edebilirim ki...
Cennet sohbettir, diyen Ercüment Özkan’ın bu kanaatine destek veren eytişimsel cümleler bir gürültü patırtı içinde kaybolurken yanlış anlamaya ve anlatmaya izin veren her göz ardıyla, ana metne ya da kurmaya gönüllü olduğunuz söyleşiye dönük bir haksızlığa ortak olduğunuz duygusuna kapılıyorsunuz: Kelimeler cümleler kırık dökük, kavrayışlar yarım yamalak. Gerçeği kararında müdahalelerle yeniden kurgulamak edebiyat denilen büyük tecrübe ve birikime sebep olan asli saiklerden biri değil mi? Her yazar için iki yönlü işlemesi gereken -Phyllis Dorothy James’in “Bir Otobiyografi Fragmanı” altbaşlığıyla yayımlanan “Samimi Olma Zamanı”nda sözünü ettiği- “merhametli mesafe”den yoksun, fikir açısından kıt kanaat olsa da muhatabını en başından yok sayma tavrına yaslanan aforizma havasında cümleler… Anlayışlı olmak gerek; bundan daha özenli ve hakkaniyetli olunamaz böyle bir akışta. Ya da hali hazırda sol kesimde 1 Mayıs 1977 tartışmasında olduğu üzere hafızayı ve gerçeği yadsıma pahasına bir tahammülsüzlükle sürdürülen, diğer kesimlerde de mevcudiyetine dair kanaati edinmemiz için benzeri bir tartışma yaşanmadan karar veremeyecek olduğumuz, dürüst açıklamaların önünü kapatacak bir sertlikte nükseden şiddet yüklü monologdan da öğrenmenin mümkün olacağı tesellisine tutunursunuz. Hoş İslami kesimde de mesela Suriye konusunda ya ak ya da kara olarak tanımlanıyor yargılar, kendinize özgü bambaşka fikirleriniz olamazmış gibi…
İslami kesimin medya aktörlerini düşündüğümde, en önde gelenlerinin en fazla söyleşi kurmaya çaba gösterenler olduğuna emin olamıyorum ayrıca. Bir bakıma cümleler twitter ırmağına atılabilirmiş gibi kuruluyor, bulacağı karşılık o kadar da önemsenmeksizin. Esasında aksi, farklı bir görüş yüzünden buyurgan tutum mühürlerle damgalarla sizi susturmaya, fikrinizi bastırmaya çalıştığında, bir twitter korsanından daha az acımasız davranmıyor.
Öte taraftan sanal bir duvar, mesela bir plaza duvarı kadar bile geçişken olmayabileceği bir ayrım ortaya koyarak yükselmeyi sürdürüyor, twitter ahkâmına yabancı, parmakları klavyeye değmemiş kesimlerin ufkunda. Teknolojik uzmanlıkların –bariz bir yalıtılma yüzünden yaşattığı- doğrudan ya da dolaylı tahakküm bağlamında genişleyen kavrayış uçurumu her kısıtlı cümlede biraz daha genişliyor sanırsınız.
Kısıtlı cümle akını twitter formatından somut hayata ancak kısıtlı eylem olarak yansırmış gibi geliyor bana; zihinden geçen düşünce, klavyeye değen parmaklar ve ekrandan akan cümleler arasındaki dikişin teğelleri ille de gevşek, atmaya hazır… Onca “ben varım, buradayım işte” vurgusuyla yükselen ses, sahici bir eyleme kaynak olma ve duyan bir yürekte yerleşme heyecanıyla titreşirken, dolayım zaafı yüzünden ani bir dalgayla uzaklara savrulabilir. Burada olduğu gibi pek çok yerde bilgi daha karmaşık, vakit ise dar.
Böyleyken twitter sanat ve edebiyatın amaçladığı bir söyleşi kurma amacına zemin olabilir, Barthes’in tanımladığı “ak yazı” olmaya da yakınlaşabilir mi, zamanla yarışan kısıtlı cümleler anlamı parçalamayı sürdürürken... Tumturaklı ya da kendi halinde cümlelerin öylece akıp durması çoğu kez bir yanılsamayla gerçekleşiyor çünkü; alevli köpükler saçarak akan ırmak bir bakıma yaratıcı enerjiyi sönümlendirmek suretiyle var olabileceğini başından bildiriyor.
Bütün kuşkularıma karşılık, twitter yazıcısı James’in sözünü ettiği merhametli mesafeyi oluşturmak suretiyle, cümlelerini harmanlayan akışın zaman ve fikir gaspına karşı bir direnç ortaya koyabilir gibi geliyor bana. Kendi cümlelerini bir ana metinle beslemeye müsait ve ekranda akıp giden cümlelere olduğundan farklı/hak ettiğinden fazla bir anlamı yüklemeye izin vermeyen, bununla birlikte sanat ve fikir eserine özgü söyleşi kurma kapısını da açık tutmaya elveren dinamik bir mesafe, sözünü ettiğim.