Joshua W. Walker ve Emiliano Alessandri
Yükselen güçlerin ortaya çıkışı, nadiren bu sene Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’ndaki kadar belirgin olurdu. Fırtınalı Arap Baharı’ndan sonra Batı’nın zayıflığına karşı Türkiye’nin Orta Doğu’da ciddi bir güç oyuncusu olarak ortaya çıktığı bariz bir şekilde görüldü.
Arap Baharı’nın başkentleri Kahire, Trablus ve Tunus’a yaptığı ziyaretlerin akabinde gelen Başbakan Tayyip Erdoğan, her dünya lideri tarafından (İsrail Başbakanı hariç) coşkuyla karşılandı ve BM platformunu, etkili bir şekilde Türkiye’yi dünyadaki tartışmaların merkezine yerleştirmek için kullandı. Gündemi, odaklandığı konular, konuşurkenki ses tonu, dünya liderleri ile yaptığı çok sayıdaki yan görüşmeler ve toplantılar çok şey anlatıyordu. Birkaç sene öncesinin aciz ve yumuşak bir dil kullanan Türkiye’si gitmişti. Bunun yerine sadece global dikkat talep eden (geçen sene olduğu gibi) değil, Balkanlar’dan Kuzey Afrika’ya kadar Türkiye’nin yeni bir ağırlık merkezini teşkil ettiği geniş bir bölgede global bir gündem belirlemeyi da gaye edinen, kendine güvenen bir uluslararası aktör gelmişti.
Erdoğan hem Filistin devletinin tanınmasına dair kuvvetli desteğini hem de ülkesiyle devam etmekte olan karşılıklı ihtilaftaki davranışından dolayı İsrail’i kınadığını vurguladı. O, dikkatleri başka hiçbir Batı ülkesinin ele almadığı manevi bir konunun şampiyonluğunu yaparak kuvvetli bir liderlik sergilediği Somali’deki gıda ve insani krize çekerek katılımcıları şaşırttı (ve çoğu Afrika ülkesini kazandı). 21. yüzyılda Mogadişu’ya giden tek dünya lideri olarak ve Etiyopya ve Cibuti’den sonra orada yeniden büyükelçilik açan üçüncü ülkeyi temsil eden biri olarak Erdoğan, Türkiye’nin diplomatik açıdan kaslarını sergiledi. O, dünyadaki gelişmiş ülkeleri, Somali ve tüm Afrika Boynuzu’ndaki acıları “unutmakla” suçladı. Aynı zamanda o bunu, hem ahlaki bir kuvvet ve model hem de yeni bir güç merkezi olarak - bir tür çizmeli Rahibe Teresa- Türkiye’yi merkeze yerleştiren uluslararası değişimle irtibatlandırdı.
Batılı Başkentlerde endişe
Türkiye'nin "eksen kayması" hakkında ve "Türkiye nereye gidiyor" diye ortada soru dalgaları varken, Türkiye'nin çarpıcı bir şekilde gelişi ve Erdoğan'ın uluslararası alandaki performansı, Batılı başkentlerde tartışmaların yeniden başlamasına yol açtı. Batılı gözlemciler hep Türkiye'nin davranışlarını, Türkiye'nin kendi gündemini ciddi şekilde değerlendirmeden, AB ve ABD politikaları ve tercihlerine yaklaşma veya uzaklaşma prizmasından geçirerek değerlendirmeye alışkındırlar. Daha da ciddisi, Türkiye'nin "ötekiliği" ve “akıntıya kapılması” hakkındaki tartışmalar, nadiren Batı'nın kendi tutarsızlığının dürüst bir şekilde kabulü ve onun iç heterojenliğinin tanınması ile başlar. Türkiye'nin İsrail'de Başbakan Benyamin Netanyahu hükümetine yönelik son tutumu hemen onu Washington ve bazı Avrupa başkentlerinde Batı karşıtı ya da en azından daha az Batılı yaptı. Almanya'nın Bingazi'de toplu katliamın önlenmesi için çıkarılan 1973 sayılı BMGK Kararı'nda çekimser oy kullanması; Fransa'nın başlangıçta Bin Ali'nin güvenlik kuvvetlerinin Tunus'ta Arap Baharı'nın en başlarında protestoları bastırmasına destek vermesi ve Amerika Birleşik Devletleri'nin, bölgedeki devrim karşıtı gündemine rağmen Suudi Arabistan'la halen devam eden ittifakı -ki bunlar sadece son birkaç örnektir- nedense Batı'nın bu ülkeler ya da liderlerine temayülü hususunda benzer varsayımlara yol açmıyor.
Gerçek şudur: Batılı ülkelerin hepsi Arap Baharı bağlamında muazzam meydan okumalar, zorlu mübadeleler ve ikilemlerle karşı karşıyadır. Batı tarafından Orta Doğu'da onlarca yıldır teşvik edilen uluslararası düzen ve bölgesel denge çökerken bu kuvvetler dış politikalarında büyük tutarsızlık ve uyumsuzluk sergiledi. Kimse ikiyüzlülük suçlamasından tam olarak masum değil. Türkiye'yi Arap Baharı'ndan önce diğerlerinden ayıran, bölgede otokrat rejimleri desteklemesi değildi. Otoriter rejimlerle istikrar, Batılı ülkelerin hepsinin az ya da çok peşine düştüğü bir modeldi, ya da en azından mahalli rejimlerle iş yapmak için elverişli bir düzenlemeydi. Türkiye'yle Amerika Birleşik Devletleri arasındaki gerçek fark, (bu fark Türkiye'yle Avrupa ülkeleri arasında çok daha azdır) Ankara ve Washington'da bu rejimlere güvenilip güvenilemeyeceğine dair görüşlerdi. Bu ülkelerde toplumların kalkınma seviyeleri ya da hükümetlerin demokratik yapısı ana kriterler değildi.
Gerçekten basit ayrılıklardan kaçınılır ve Türk dış politikasına büyük ölçüde Müslüman olan ve otoriter modeldense demokratik modele daha yakın olan bölgesel bir oyuncunun uluslararası eylemleri olarak bakılırsa her şey daha farklı ve elbette daha az endişe verici görünür. Demokratikleşmeye (bitmek bilmeyen tüm eksikliklerine rağmen) 10 senedir Müslüman seçkinler tarafından liderlik edilen bir ülkede Türkiye'nin liderleri son zamanlarda mahalli aktörlerle bağ kurarken demokratik dayanışmadansa Müslüman dayanışması ve yakınlaşmasına öncelik verdiler. Türkiye'yle İsrail arasında tırmanan gerginliğin sebebi de İsrail'in Gazze ve Batı Şeria'daki Müslüman toplulukların haklarını ihlal etmesinden ziyade budur. Mevcut Türk yönetimince, bazı Filistinli kesimler tarafından İsrailli sivilleri hedef alan teröre başvurulması (bundan dolayı sadece kendi kaderini tayin eden insanlarla kurulu bir devlet arasında asimetrik savaş olarak yorumlanamaz) reddedilir ya da en azından hakkında hiç yorum yapılmaz. Türkler için mesele, Filistin kamplarında yaşanan ve medya tarafından her gün gösterilen insani acil durum ve İsrail'den gelen ve sık sık galeyana yol açan sert tepkilerdir. Bu, hikâyenin tamamı olmasa da bir parçasıdır.
Türkiye’nin gelişen rolü
İlk olarak istikrarını sağlamak ve nüfuzunu sınırlarının ötesine taşımak üzerine odaklanan bir bölge gücü ve ancak bu ilk hedeflerine hizmet ederse demokratik değişimi kucaklamayla alakadar olan biri olarak Türkiye, çifte standart uygulayarak ve konuşarak komşularıyla seçici bir şekilde yakın ilişki kurdu. Şimdi daha eleştirel sesler duyulmaya başlansa da komşusu ve önemli bir iktisadi ortağı olan İran’da siyasi değişim ihtiyacı konusunda dikkat çekecek derecede sessiz kaldı. Türk hükümeti, Tunus ve Mısır liderlerinden ilkbaharın başlarında görevi bırakmalarını istemede Avrupalı ve Amerikalıları geride bıraktı. Özellikle Mısır’da Hüsnü Mübarek Ankara’da hiçbir zaman sevilmedi. Ama Türkiye, Muammer Kaddafi’nin Libya’sıyla Türkiye’nin iktisadi ve siyasi menfaatlerinin daha derin ve daha yoğun olduğu Beşşar Esad’ın Suriye’sinde değişim için bastırmada diğer Batılı ülkelere göre yavaş kaldı. Türkiye, İsrail’in Filistin topraklarını işgalini kınarken milli menfaatler ve güvenlik gerekçeleriyle Kıbrıs’ın kuzeyinde Türk ordusunun mevcudiyetinden hiç bahsetmiyor. Daha dikkat çekici olan ise Erdoğan, Abbas’ın “Filistin Baharı”na sarılırken, Türkiye’nin güneydoğusunda Kürtlerin diğer Müslümanların Tahrir’de ve Arap meydanlarında başardıklarını dikkatli bir şekilde gözledikleri bildirilse de Kürt Baharı kavramını asla kabul etmedi. Erdoğan Somali’deki insani ve ahlaki konuya sarılıyorsa, soykırımla suçlanan Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir’le yıllardır anlaşmalar yaparken neredeydi?
Türkiye’nin son zamanlarda demokrasi ve insan hakları şampiyonluğuna dönüşmesi, kendisinin demokratikleşme sürecindeki kadar kırılgandır. Bundan dolayı Türk dış politikasındaki çelişkileri müsamahasız bir şekilde teşhir eden Batılı liderlerin, Ankara’nın öne sürmesi, Arap kitlelerinin de sarılması gereken “Türk modeli” hakkında konuşmaları kafa karıştırıcıdır. Türk modeli için daha yapacak çok şey var. Tarihi, ülkenin askeri idare altında olduğu 1980’lere uzanan Türkiye Anayasası’nı değiştirme planları, bu modelin kuvvetlenmesi için bir test olacaktır. Keza bu, basın özgürlüğü, azınlıkların korunması ve daha geniş çaplı hukuk düzenine yönelik gelişmeler olacak. Bundan dolayı, Batılı ülkelerin, Türkiye’yi tartışırken dış politikadan ziyade yurt içindeki gelişmeler üzerinde odaklanmaları gerekir. Türkiye’nin kuvvetli çok partili bir sistem, farklı siyasi partiler arasında gerçek iktidar değişimi, etkili kontroller ve dengelerle daha liberal tarzda bir demokrasi geliştirmesi, dış politikasının geleceği ve Batı’yla iş birliği yapması için uzun dönemde Erdoğan’ın konuşmaları ve BM’deki tutumu ve onun bölge ve dünya sahnesindeki girişimlerinden daha önemlidir.
Transatlantik topluluk için Türkiye'nin yeni keşfedilen cakası ve Erdoğan'ın başarılı uluslararası performansı, ülkeyi bölgesel istikrar ve bölgenin uzun dönemli demokratikleşmesinde daha sorumlu bir taraf yapmak için kullanılabilir. Türk politikaları ve Erdoğan'ın popülizmi, ortak gayeler ve değerler paylaşan transatlantik ittifakın geniş ve uzun dönemli perspektifi kısa dönemli taktik ayrılıkların üzerine çıkarsa AB ve ABD'yi tamamlayabilir. Batılı liderlerin sorgulandığı ve Orta Doğu'da gerginliğin devam ettiği bir sırada zamanlama, Türkiye'nin yeni keşfedilen özgüvenine, yani kendi iç gelişmelerine yol açan temel prensipler ve değerler üzerine yeniden odaklanmak için hiç bu kadar uygun olmamıştı.
Yeni Bir "Batı standardını” farzetmekle kalmayıp ispat da etmek
Batılı liderler, Türkiye'deki gelişmelere haddinden fazla dikkat atfederken, Türk dış politikasına sadece çoğu Batı ülkesinin bile genelde karşılamadığı, pek az tarif edilen ya da sadece seçici olarak tatbik edilen soyut bir standarda yakınlaşma ya da uzaklaşma diye bakmaya bir son vermelidirler. Daha kritiği, bunlar sadece Batı prensipleri hakkında konuşmakla kalmamalı, tutarlı bir örnekle buna liderlik etmelidirler. Bu, Esad'ın kınanması, Kaddafi'nin kovulması, Mısır ve Tunus'ta demokratik dönüşüme destek gibi konularda Amerika Birleşik Devletleri, AB ülkeleri ve Türkiye'nin aynı tarafta olmalarına yardımcı olur. Batılı ülkelerin tutarsızlıkları teşhir ediliyor ki bu da çok olumlu bir gelişmedir. Bunlar, konu Orta Doğu'da demokratik reforma geldiğinde Arap kitleleri tarafından sözden eyleme geçmeye zorlanıyorlar. İster ekonomik ve jeopolitik menfaatlerden ister durgunluk ve bağımlılıktan kaynaklansın, yine de çifte standartlar ve çelişkiler hem Türkiye'nin hem diğer Batılı ülkelerin dış politikalarında bulunmaya devam ediyor. Bunlar, üstesinden gelme bakış açısı içinde dürüst bir şekilde tartışılması gereken konulardır.
Batı ile Türkiye için mesele, sürekli bu demokratik prensipleri kaydadeğer, esnek ve her iki tarafın da menfaatine olacak yaşayabilir bir ortaklık tesis etmek için kullanmaktır. Türkiye'nin Orta Doğu'da büyüyen rolünü, üstesinden gelinmesi gereken bir meydan okuma olarak görmektense bu, Türkiye'nin Batılı özelliklerini pekiştirmek için bir fırsat olmalıdır. Bu, Türkiye'yi tüm komşuları için muhatap kılacaktır.
Kaynak: German Marshall Fund
Dünya Bülteni için çeviren: Emin Arvas