Amerikalı siyaset bilimcileri 1960'larda Türkiye ve Japonya'nın siyasi modernleşmesi konusuna eğilirlerdi. Birbirinden çok farklı iki toplumun – biri, asırlarca çok-uluslu imparatorluktu; diğeri ise feodal, tecrit içindeki adalar grubuydu – 19 yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında geleneğin prangalarını kırıp siyasi, iktisâdi ve içtimâi sistemlerini yeniden şekillendirmelerine izin veren emsalleri keşfetmeyi hassaten istiyorlardı. Türk ve Japon vatandaşların, ülkelerinin geleceğini belirlemeye yardım etmek üzere oy sandığına gittikleri bu ay, siyasi analistler dünyanın en önemli iki ulusunda demokrasinin nereye doğru seyrettiğini görmek için Asya'nın iki kutbuna bir kez daha bakmalılar.
Türkiye'deki seçmenler, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın teklif ettiği, sivil hakların korunmasını zahiren artıracak ama İslamcı parti liderine Türkiye'nin en önemli mahkemelerindeki hâkim sayısını artırma ve orduyu kontrol etme imkânı da verecek olan anayasa değişikliği referandumuna güçlü bir onay verdiler. Bu durum AK Parti'nin laik muhaliflerini, Erdoğan'ın 1920'lerdeki Kemalist devrimin temellerini sarsacak anayasal araçları kullandığı ve ülkeyi İslami örf ve âdetlere yakınlaştırdığı iddiasını dillendirmelerine yol açtı. Türk toplumunu izleyenler, Erdoğan'ın son sekiz yıl zarfında orduya göz dağı verme, iddia olunan darbe tertipçilerini yargılama ve medyadaki rejim muhaliflerine zor kullanma teşebbüsleri hakkında tehlike çanları çaldılar.

Sayın Erdoğan'ın politikaları sadece iç gözlemcileri değil dış gözlemcileri de endişelendiriyor. Ankara ve Washington arasındaki gerilimler, İran nükleer programına karşı BM müeyyidelerine Türkiye'nin karşı çıkması ve Hamas ablukasını geçmeye kalkışan Türk sponsorluğundaki bir gemiye İsrail'in mani olması üzerine İsrail'le ilişkileri dondurması yüzünden daha da arttı ki bunların hepsi de bu yıl yaşandı. Türk diplomatlar, NATO'nun ikinci büyük askeri gücünün anti-liberal, batı karşıtı rejimlere doğru eğilim gösterdiği şeklindeki iddiaları reddederek savunma halindeler.

Asya'nın diğer ucunda, Japonya'da, iktidardaki Demokrat Parti, kurucuları Ozawa Ichiro ve Kan Naoto arasında bir iç çatışmaya sahne oluyor (Kan Naoto şu an başbakan). Sayın Kan Naoto rakibine karşı zafer kazandıysa da partinin birliği zarar gördü ve DPJ'nin berrak bir siyasi gündemi başarıyla oluşturup oluşturmayacağı henüz belli değil.

Japonya'da gelecek beş yıl zarfında yapacağı ekonomik reformlar ve Japonya'nın ABD'yle ittifakının yakın vadedeki durumu risk altında. DPJ, geçen yıl iktidara geldiğinden bu yana reform gündemi hız kesti ve Yukio Hatoyama'nın Amerikan donanmasını Okinawa'nın güneyindeki tartışmalı askeri üsten taşımakla ilgili bir anlaşma kotaramamasından dolayı Washington'la ilişkileri sıkıntı çekiyor. Japonya hem ekonomik gerileme hem de deflasyonla kol kola olmayı sürdürürken bu esnada Çin'le – bir başka deniz hadisesi yüzünden - yaşadığı gerilimler kriz seviyesine yükseldi. Türkiye gözlemcileri gibi Japonya gözlemcileri de ülkenin iç ve dış politikasını korkuyla izliyorlar.

Fakat iki ülke arasındaki iç benzerlikler buraya kadar. Türkiye'de enerjik ve canlı bir lider, ülkesinin sosyal yapısını ve dış politikasını hızla yeniden tariflendirmekte ve yapıp ettiklerinin sadece ülkesini uluslararası normlarla aynı hizaya daha bir yaklaştırmak olduğunu iddia etmektedir. Öte yanda, Japonya'da, ömür boyu siyasette olan cansız ve neşesiz bir siyasetçiler grubu, ülkelerinin ekonomisini ve ana müttefikleriyle ilişkilerini reformdan geçirmenin mücadelesini veriyor, dizginsiz kapitalizmden bir çıkış yolu aradıklarını dile getiriyorlar. Türkiye'deki bazı seçmenlere göre Erdoğan çok hızlı ilerliyor ve ülkeyi nereye kadar dönüştüreceği henüz belli değil. Sayın Kan'a şans tanıyanlar ise hiçbir siyasetçinin Japonya'yı bir on yılı – 20 yıl zarfında kaybedilecek ikinci bir on yıl – kaybetmekten korumak için onu yeterince uzağa - veya yeterince hızlı - taşıyamayacağı korkusuyla muhataplar.
Türkiye ve Japonya'da sahnelenen demokratik dramalar, liberalizmin dünyadaki gel-gitlerini izleyenler için önemlidir. Asya'nın bir ucundaki dayanak liberal kaidelerden başka taraf yönelirken diğer ucundaki dayanak durgun ekonomisini reformdan geçiremediğinde, demokratik model bunun acısını çekecektir.

Dünya Çin'de, İran ve Rusya'da otoriteryan rejimlerin dirilişini izlerken haydi haydi kaygı vericidir bu. Türkiye'nin AB üyelik başvurusunu Fransa ve İngiltere'nin aşağılayıcı bir şekilde reddetmesi, "ileri" uluslar klübünün ne kadar kaprisli olabileceğini göstermektedir. Aynı zamanda, Avro bölgesindeki kriz ve Çin'in Japonya'yı ekonomik çembere alması, temsili rejimlerin ekonomik büyümeyi muhafaza kabiliyetlerine soru işareti koymaktadır. Sonuç, demokrasi ve liberalizm hakkında şüphe doğmasıdır, üstelik demokratik ulusların, sistemlerine ve 1940'lardan beri uluslararası kalkınmaya rehberlik eden dünya düzenine yönelik meydan okumaları püskürtmek üzere birleşmesi gereken bir zamanda.
Liberalizmin küresel şöhretinin birkaç ülkedeki olaylara bağlı olması rahatsız edicidir; hatta adil de değil. Ancak Japonya ve Türkiye hiçbir zaman sıradan uluslardan biri olmadılar. Amerikan siyaset bilimcilerinin yarım asır önce kavradıkları üzere, her iki ülke de bölgesel ve küresel düzeyde çaplı bir nüfuz sahibi olmuşlardır. Hassaten Japonya ve de Türkiye, çevrelerindeki ülkelere istikamet göstermiş ve Amerika'nın savaş sonrası küresel ittifak sisteminin hayati çapaları olmuşlardır. Dolayısıyla bugün ve gelecekte seçecekleri yol, Ankara ve Tokyo varoşlarının dışında da anlamlı olmayı sürdürecektir. Yapacakları seçimler, bu iki ülkeyle yakın işbirliği olmaksızın Ortadoğu ve Uzakdoğu'da nüfuzunu koruma noktasında büyük sorunlarla karşılaşacak olan Amerika için de çok önemlidir - ki bu esnada, dünyadaki demokratlar Boğaziçi ve Japon Denizi'nde rüzgârların hangi yönde eseceğini görmek için olayları yakından izleyeceklerdir.

Japonya ve Türkiye pek çok bakımdan bekle-gör politikası izliyor: Türkler, toplumun hukuki temelini kökten değiştirmesi için Erdoğan'a iktidarı verdiler ve ülkeyi İslamcı yola sokmayacağına yahut otoriteryan ortakların kollarına atmayacağına güveniyorlar. Japonlar ise partisinin başka bir şans tanıdığı Kan'ın ekonomik büyümeyi canlandıracak planlar hazırlayıp dünyada anlamlı bir rol bulup bulamayacağını bekleyip görmek durumundalar. Her iki ülkeye de şüphe hâkim ama seçmenler şimdilik her iki adama da işe devam etmeleri için demokratik meşruiyeti tanıdılar. Onlarla birlikte dünyanın geri kalanı da beklemektedir. Japonya ve Türkiye, 20. yüzyılın şekillenmesine yardım etmişlerdi; 21. yüzyılı da şekillendirebilirler.


Yazar hakkında: American Enterprise Institute Japonya Çalışmaları müdürü.
Kaynak: National Review Online
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı