Cumhuriyet olarak kurulduğu 1923’ten beri Türkiye’nin başlıca müttefiki olan Amerika’nın rakipsiz kaldığı Sovyet çöküşünden beri Türkiye’nin dış politikası çarpıcı şekilde değişti. Önceleri, bölgedeki Amerikan gücünün vekili olarak hareket etti. 1952’den beri NATO üyesi olarak Sovyetler Birliği’nin stratejik Soğuk Savaş düşmanıydı. 1948’de kendisini bağımsız devlet olarak ilan eden İsrail’i İran’dan sonra tanıyan ikinci Müslüman ülke Türkiye’ydi; Ortadoğu’da kilit bir Amerikan müttefiği olan İsrail’le yakın siyasi ve iktisâdi bağlarını iyi günde kötü günde korumuştu. ABD, Sovyet çöküşünden sonra Orta Asya açıldığından dolayı, Türkî miraslarına başvurarak onları Batıya çekmek sûretiyle Türkçe konuşan devletleri kazanmak için Türkiye’yi eski Sovyet Orta Asyasına doğru teşvik etti.
Ancak Türkiye, NATO’nun saygın bir üyesi olmayı sürdürürken, şimdi de kendi hesabına çalışan bir oyuncu haline geliyor ve gitgide ABD ve İsrail’i eleştiriyor. Bu dönüşüm, 2002 yılında iktidara gelen ve kısa bir süre sonra da komşu Irak’ı işgal etmek için ABD’nin Türk topraklarını üs olarak kullanma talebinin üstesinden nasıl gelineceği hakkında karar vermeye mecbur kalan İslamcı Adalet ve Kalkınma Partisi döneminde yaşanmaktadır. Ret kararı, Türk dış ilişkilerinde yeni bir safhanın nişânı olmuştur.
ABD, yürüttüğü savaşlarda ve sözde savaşlarda Türkiye’nin tutumundan her daim memnun değildir fakat durumun el verdiği kadarıyla en iyisini yapmaya mecbur kalıyor. Amerika’nın Türkiye büyükelçisi Francis Ricciardone geçenlerde ABD ve Türkiye’nin Libya’daki askeri harekât konusunda “neredeyse” aynı görüşleri paylaştıklarını, tarihi ve kültürel nedenlerden dolayı Türkiye’nin bölgede eşsiz bir rol oynadığını, özel bir uzmanlığa sahip olduğunu söyledi.
Türkiye, Afganistan işgaline katılmaya rıza gösterdi ama 1991-2003 arasında Türkiye’nin Afganistan’da özel koordinatörlüğünü yapan Aydemir Erman’ın dediği gibi ataerkillik veya işgalci gücün emperyal küstahlığı olmaksızın, muharip asker göndermeden eğitimci ve Kabil yönetimi için bir güvenlik gücü rolüyle yaptı bunu.
Türkiye, İran İslam Cumhuriyeti ile yakın ilişkilerini muhafaza ediyor, nükleer enerji geliştirmesini destekliyor; 2010 yılında BM Güvenlik Konseyi’nde ABD destekli müeyyide kararına da karşı oy kullanmıştı. Ve sadece iki hafta önce, NATO’nun Doğu Akdeniz ve Ortadoğu Parlamenterler Meclisi, İslam Cumhuriyeti tarihinde ilk kez İran Dışişleri Bakanı’nın Avrupa-Amerika ilişkilerinden sorumlu yardımcısı Ali Ahani’nin konuşmasını dinledi – ki bunun Türkiye’nin lobi çalışmaları neticesinde gerçekleştiği “neredeyse” kesindir.
Türkiye başlangıçta NATO müttefiklerinin Libya’yı işgalini kınadı ve müzmin bir çatışmanın ülkeyi “ikinci bir Irak’a” veya “bir diğer Afganistan’a” çevirmesi riskine karşı uyarıda bulundu. En nihayet NATO müttefiklerine katılsa da, 1973 sayılı BMGK kararını harfi harfine “uçuşa yasak bölge” kararı olarak yorumladı ve saldırı operasyonlarına katılmayı reddetti; Ulusal Konseyi de Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Bingazi’nin Mısır devrimi şerefine öyle anılan “Tahrir Meydanını” ziyaret etmesiyle ancak Temmuz başlarında tanıdı. Türkiye, Libya’da ateşkes ilan edilmesi ve müzakere edilmiş bir çözüm çağrısını yinelemektedir.
Davutoğlu, Libyalı ayaklanmacılara Türkiye ve Libya’nın “ortak bir tarih ve ortak bir geleceğe” sahip olduklarını söyledi. Erdoğan ise “Türkiye’nin rolünün en kısa süre içerisinde Libya’dan çekilmek” ve halkın demokratik talepleri çerçevesinde birlik ve bütünlüğü yeniden sağlanmak” olduğunu “bu askeri harekâtın Libya petrolü için yürütülmemesi gerektiğini” ifade etti. Davutoğlu, 15 Temmuz’da İstanbul’da düzenlenen Libya Temas Grubu toplantısında ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ı ağırladı.
Türkiye’nin güneyine Suriye’den yaşanan mülteci akınına rağmen Türkiye, Batı müeyyidelerini reddederek ihtilafa orada da müzakere edilmiş bir çözüm istiyor. Davutoğlu, geçen hafta Suriye, İran ve S.Arabistan gezisine çıkmadan önce Güneydoğu Avrupa İşbirliği Süreci zirvesinde basına yaptığı açıklamada “Suriye’nin geleceğiyle Türkiye’nin geleceği müşterektir. Önemli olan, Suriye halkı ve yönetiminin geleceğe yeni bir vizyonla hazırlanması ve yeni bir reform vizyonunu hayata geçirmesidir” dedi.
İsrail’le ilişkileri de çok değişti. Türkiye 2004’te İsrail’in Şeyh Ahmet Yasin’e yaptığı suikastı “terör eylemi” olarak, İsrail’in Gazze politikasını “devlet terörü” olarak kınamıştı. İsrail’in Gazze’ye saldırmasından sonra, Başbakan Erdoğan 2009’da Dünya Ekonomi Forum’unda İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres’le aynı platformu paylaşmayı reddetti. Türkiye 2010’da Gazze ablukasını yarmaya çalışan dokuz Türk eylemcisini İsrail’in katletmesinden sonra büyükelçisini geri çekti.
Fakat AB üyeliği için aday olan, hâlihazırda NATO üyesi olan Türkiye’nin bölgesel aracı olarak olgun bir rol oynaması gerekiyor. Acımasız, nükleer silahlı bir İsrail’e karşı bölgesel bir savaşın hiç kimseye faydası dokunmayacak. Dolayısıyla da Türkiye bir başka katliamdan endişe ederek Özgürlük Filosu II’nin cesaretini kırdı; Türk yardım kuruluşu IHH’ya katılmaması yönünde sonuç alıcı bir baskı uyguladı ve filoyu Türk limanlarından kalkışla hareket etmekten vazgeçirdi. Bu ise İsrail’i memnun etti ki geçen yılki filoda Türk vatandaşlarını öldürdüğünden dolayı İsrail’den özür ve tazminat koparmak için pazarlık kozu olduğu neredeyse kesindir.
Aynı zamanda, BM soruşturma komisyonu Türkiye-İsrail ihtilafını çözme amaçlı bir rapor hazırladı (şu an rafta); rapor, ölümler nedeniyle İsrail’e tazminat ödemesini ve özür dilemesini tavsiye ediyor; İsrailli yetkililerin reddettiği bir bulguydu bu. İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman burnundan soluyarak “özür dilemek, uzlaşmak değildir, aşağılanmadır” dedi. İsrail, İsrailli yetkililerin insanlığa karşı suç işlemekten dolayı tutuklanma korkusuyla yurtdışı seyahatleri iptal ettikleri bir zamanda özür dilemenin tehlikeli şekilde emsal teşkil edeceğinden korkuyor.
Amerikalı Senatör John McCain, Joseph Lieberman ve Lindsey Graham geçen hafta Erdoğan’a Hamas’ı İsrail’le barış görüşmelerine sadece Türkiye’nin ikna edebileceğini söylediler. Graham, Hürriyet gazetesine Erdoğan’ın “bölgenin en etkileyici sözcüsü olduğunu” söyledi. Türkiye, Filistinlileri birleştirme konusunda gerçekten de Hamas’la çalışıyor. Erdoğan, haberlere göre, bir Alman aracının 1.000 Filistinli mahkumun serbest bırakılması karşılığında Gilad Şalit’in serbest kalması önerisine Hamas’ı ikna etmeye çalışıyor. Türkiye kökenli İsrailli işadamı Eliko Dönmez, rehin asker Gilad Şalit’în babası Noam’ın mektubunu geçen yıl Erdoğan’a iletmişti. Lieberman’la aynı çizgide hareket eden Noam, baskında ölen Türkler için sadece “üzüntüsünü” bildiriyordu.
Eğer Türkiye, Avigdorlar ve Noamlardan sahih bir özür koparırsa, İsrail tarihinde bir ilk olacak bu; ayrıca, Big Brother değil de Türkiye sayesinde, dünya toplumuna “neredeyse” sorumlu bir ortak olarak katılması için İsrail’in etki altına alınabileceği yönünde önemli bir işaret de olacaktır.
Tabîî dış politikada benlikten uzak diğergamların sayısı çok azdır ve Türkiye’nin dış politikaları da dinç, kapitalist ekonominin özelliklerini yansıtmaktadır. Türkiye’nin Arap dünyasında çok açık ekonomik çıkarlar var ve aksini düşünmek saflık olur. Müzakere çağrıları yaparken Libya’daki Ulusal Konseyi tanıyarak ve mâli destek sağlayarak kendisini Kaddafi sonrası Libya’da kilit güç olarak konumlandırmaktadır. Aynı şekilde Suriye’de de.
Türkiye’nin aşağı yakadaki komşularının rızası olsun olmasın, baraj inşa ve sulama amaçlı olarak Dicle-Fırat nehirlerini daha fazla kullanma planları, Etyopya’nın Nil planlarını anımsatmaktadır. Bu nevi şeyler öz çıkarları ihtiva eder ve ödün vermeyen müzakereler gerektirir ve Türkiye’nin komşuları kızgın olsalar yeridir. Türkiye bu barajları inşa ederek gelecekte Irak’la “petrol karşılığında su” ticaretinin zeminini hazırlıyor olabilir pekâla.
Türkiye zinde, bağımsız bir güçtür, saygı talep etmektedir – ve bunu hak etmektedir de. Erdoğan “insanların Filistin’den kalkıp İstanbul’dan geçip Londra’ya ulaştıkları” günleri görmek için çalışıyor. Mart ayında düzenlenen Değişim Liderleri Zirvesinde “Türkiye etrafında duvar örmüyor, komşularımızla paylaşmak için açılımlar yapıyor. Kahire’de Ortadoğuluyuz, Avrupa’da Avrupalıyız. Tarihi, çevremizdeki uluslarla birlikte şekillendirmeliyiz” dedi. Ortadoğu’da bugünkü gelişmeler “küresel, siyasi, iktisadi ve kültürel yeni bir düzenin” yolunu göstermektedir.
Erdoğan, Amerika’nın not etmesini öneriyor. Son üç yılda yaşanan uluslararası mâli krizin ardından “adâlete dayalı bir ekonomik düzen, saygı ve onura dayalı bir sosyal düzen kurmaya ihtiyacımız var.” Uzmanlar, İsrail-ABD ilişkilerini “ayakların baş olduğu” bir vaka şeklinde tanımlayıp şakalaşıyorlar. Türkiye’nin NATO müttefikleri uyanıp onun liderliğini takip etmedikleri takdirde, Türkiye, sorun yaratmaktan başka işe yaramayan 21.yüzyılın bu beyaz filinden vazgeçebilir. 2004’te Türklerin yüzde 67’si NATO üyeliğini ulusal güvenlik için elzem görürken, bu oran 2011’de yüzde 41’e düştü. Ve Eğer Erdoğan’ın “yeni düzeni” bölge ülkelerini istikamet için ABD ve İsrail’e değil de Türkiye’ye bakıtarak meyve vermeye başlarsa, Türkiye’nin ABD ve İsrail’in yerini alan yeni baş olduğu sonucuna varmak mümkündür.
Kaynak: El Ahram
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı