Cezayir sınırı yakınlarında Çambi Dağı’nda 16 Temmuz’da 15 Tunus askeri öldürüldü. Bu, bir sene içinde askeri personele yönelik en kanlı saldırıydı. Ramazanda iftar açmaya hazırlandıkları sırada askerlere el bombalı, RPG’li (Roket Güdümlü Bomba) ve makineli silahlı 50 kadar silahlı adam saldırdı. Dini aşırılar tarafından işlendiğine inanılan ordu ve güvenlik kuvvetlerine karşı düşmanlıklar -ve ünlü solcu siyasetçiler Chokri Belaid ve Muhammed Brahmi’ye suikastlar- sıradan Tunuslular arasında bir korku iklimi oluşturdu. Bu korku, polis ve ordunun giderek devlet kurumlarında daha güçlü rol oynamalarına imkan veriyor. Ama Tunus’ta terörizm tehdidi gerçek olsa da refleksif olarak gösterilen kurumsal tepkiler baskıcı polis devletinin yeniden canlanması tehlikesini doğurabilir.
Polise yetki verilmesi bazı suistimallere yol açtı. Bu tür suistimaller geçen sene boyunca arttı. Bu hususta en çarpıcı örneklerden biri, nisan ayında onlarca polis memuru tarafından doğudaki Sousse mıntıkasında bir bölge mahkemesine yapılan saldırıdır. Mahkeme, görev sırasında keyfi olarak bir vatandaşı öldürmekten suçlu bulunan bir polis memurunu yargılamaya çalışıyordu. 2011 ayaklanması sonrasında kurulan en önemli polis birliği İç Güvenlik Kuvvetleri Milli Birliği, polis memurunun derhal serbest bırakılmasını istiyordu. Birlik üyeleri, ellerinde silahlar, devlete ait araçları kullanarak mahkeme binasını üç gün boyunca kuşatma altında tuttular ve polisi yargılayan hakimlere saldırdılar. Zayıf durumdaki İçişleri Bakanlığı’nın gözetimi dışındaki polis birlikleri, terörizm korkusundan faydalanarak cezasız kalıyorlar.
Benzer bir olay da mart ayında Kairouan’da meydana geldi. Aynı birliğin üyeleri, Tunus Yüksek Seçim Komitesi bölge genel merkez binasının polis karakolu olarak kullanılmasına dair talepleri Kairouan valisi tarafından reddedildikten iki gün sonra binayı basıp işgal ettiler. Bir grup polis memuru, komitenin ambleminin yerine “Polis” ibaresi koydu. Tunus’ta bu tür göz korkutma eylemleri artıyor. Nisan ve Ağustos 2014 arasında askerler ve polis tarafından gazetecilere saldırıldığına dair toplam 101 vaka bildirildi. Geçen ağustosta başlatılan terörle mücadele kampanyasından bu yana kampanyanın bir parçası olarak sıradan vatandaşlara yönelik onlarca polis suistimali ve kanunsuz uygulama daha var.
Polisin artan güç gösterileri -ki bu durum eski Devlet Başkanı Bin Ali’nin polis devletinin en önemli özelliğiydi- arasında hükümet, eski güvenlik uygulamalarının geri dönmesini sağlayabilecek politikalar benimsedi. Son kanun hükmünde kararnameyle Başbakan Mehdi Cuma geçen ay terörizmle bağlantıları olduğunu iddia ederek devlet dışı 157 dini derneğin faaliyetlerini durdurdu. Bunların çoğu hayır işleri yapan, şiddet içermeyen söylemler içindeki küçük gruplardı. Hükümet, bu grupların aşırılıklara “muhtemel” desteğinin önlenmesi için bu durdurmayı gerekli bir önleyici tedbir olarak düşündü. Cuma, devrim sonrasında derneklerin faaliyetlerinin durdurabilmesinde ancak hakimlerin yetki sahibi olduklarını öngören 2011’deki 88 Sayılı Kanun gibi yeni bir kanunu takip etmek yerine mazide kalan 1975 senesindeki bir kanuna bağlı kaldı. 2011’deki kanun, insan hakları kuruluşları tarafından memnuniyetle karşılanmış ve teorik olarak 1975 senesindeki kanunu hukuken geride bırakmıştı. Cuma’nın mazide kalmış bir kanunu kullanması, sivil toplum örgütleri ve muhalefet partileri tarafından şiddetle eleştirildi.
Hükümet ayrıca aşırılık yanlısı dini ideoloji yaydığı farz edilen iki radyo kanalıyla çok sayıda camiyi de kapattı. Yine bu, mahkeme kararı olmaksızın ve Tunus’un yeni oluşturulan bağımsız medya idaresi İşitsel-Görsel İletişim Yüksek İdaresi’ne danışılmaksızın yapıldı. Hükümet, bu kurumu bir kenarda bırakıp mazide kalmış bir kanuna bel bağlamakla güvenlikle alakalı endişelerin demokratik gidişattan önce geldiği görüşünde olduğunu açık bir şekilde gösterdi.
Bu arada, Tunus’ta teknotrat hükümeti terör tehdidini bertaraf etmeye çabalarken ülkedeki siyasi aktörler de terörizm hikayesinde kontrolü ele geçirmeye çalışıyor. Örneğin En-Nahda partisinin başkanı Raşid Gannuşi, İslamcı şiddetin köklerinin derin devletin demokratik süreci sabote etme girişimlerinden kaynaklandığına inanıyor. En-Nahda’nın muhalifleri de 2011 devriminden sonra dini aşırılara çok fazla hareket etme imkanı verdiği için Tunus’taki siyasi suikastlar ve askeri personele yönelik son saldırılardan bu partinin sorumlu olduğuna inanıyor. Bu gerekçe, istikrarı sağlamak için gerekli önlemler olarak kabul edilip polisin cezasız bırakılmasının yanı sıra hükümetin son baskıcı uygulamalarını haklı çıkarmak için de sıkça kullanılıyor. Ama güvenlik kuvvetleri asıl desteği, siyasi seçkinlerin İslamcı karşıtı kesimlerinden alıyor. Bu durum, bu seçkinlerin ekim ayındaki seçimler sonrasında güvenlik alanı reformu bakımından oynayabilecekleri rolü şüpheye düşürüyor.
Neticede, dini aşırılık ve devlet dışı şiddet Tunus’ta ciddi problemlerdir. Ama bu tehditlere otoriter yöntemler ve kanunların çarpıtılmasıyla karşı konulması uzun dönemde Tunus’ta hassas durumdaki geçiş sürecini sona erdirebilir. Aşırı devlet baskısı radikalizmin ölmesine değil daima daha da yayılmasına yol açmıştır. Tunus’ta eski seçkin zümrenin mutlakiyetçi güvenlik devleti duruşunun, güvenlik durumunu geliştirmek yerine özgürlükleri tahrip etmesi daha muhtemeldir. Bu yüzden, ülkede hassas durumdaki demokratik kanunların baltalanması değil kuvvetlendirilmesi önemlidir. Tunuslular Benjamin Franklin’in ünlü ifadesini düşünseler iyi ederler: “Geçici biraz güvenlik elde etmek için temel hürriyetlerinden vazgeçenler, ne hürriyet ne de güvenlik hak ederler.”
Kaynak: Carnegie Endowment for International Peace
Dünya Bülteni için çeviren: Arif Kaya