Doğu rüzgarı, Batınınkini geçiyor. Daha ne kadar kendilerini hala dünyanın efendileri olarak gören ‘uluslarası toplum’, fakir ve kara Batı tüm gezegene iyi yönetim ve davranış dersleri vermeye devam edecek? Vazifeli birtakım entellektüellerin, bizler için pespaye bir cennet görünen kapital-parlementoculuğun telaşlı askerlerinin kendilerini bu yabani toplumlara ‘demokrasi’nin temellerini öğretmek için sunması gülünesi değil mi? Sömürgeci küstahlığın acıklı devamlılığı! Tecrübe ettiğimiz sefil siyasi durum göz önünde bulundurulduğunda mevcut popüler ayaklanmalardan ders çıkartması gerekenlerin biz olduğu aşikar değil mi? Sizce de, ivedilikle, ortaklaşa eylemle oligarşik, yozlaşmış –muhtemelen ve herşeyin üstünde- alçaltıcı şekilde Batı devletlerinin derebeyliğini yapan hükümetlerin alaşağı edilmesini neyin mümkün kıldığını çalışmamız gerekmiz mi?

Bu hareketlerin ebleh öğretmeni değil, öğrencisi olmamız gerekir, çünkü kendi icatlarının yaratıcılığıyla bu hareketler birilerinin çok uzun zamandır vaktinin geçtiğini iddia ettiği siyasal ilkelere hayat veriyor. Ve özellikle de Marat’nın bize hatırlatmaktan bıkmadığı ilkeyi: özgürlük, eşitlik ve özgürleşmeye gelindiğinde her şeyi popüler ayaklanmalara borçluyuz.    

Ayaklandırılmakta haklıyız. Siyasette olduğu gibi, devletlerimiz ve devletten faydalananlar (siyasal partiler, sendikalar ve aşağılık entellektüeller) idareyi isyana tercih ediyor, talepleri, herhangi bir kopuşa ‘düzenli geçiş’i tercih ediyorlar. Mısır ve Tunus halkı bize devlet iktidarının kepaze işgaline karşı paylaşılan hisse karşılık gelen tek eylemin kitlesel ayaklanma olduğunu hatırlatıyor. Ve bu durumda kitlenin farklı kesimlerini biraraya getirebilecek tek parola: ‘hey sen ordaki, defol’dur. Bu vakada isyanın olağandışı önemi, eleştirel gücü, parolanın milyonlarca insanın tekrar etmesiyle şüphesiz ve geri dönülemez şekilde değerini göstermesidir: hedef alınan kişi kaçacaktır. Ardından ne gerçekleşirse gerçekleşsin, popüler eylemin bu doğası gereği yasadışı zaferi sonsuza dek muzaffer kalacaktır. Devlet iktidarına karşı isyanın mutlak anlamda başarılı olması evrensel bir derstir. Bu zafer tüm ortaklaşa eylemin, yasanın yetkesinden düşürülmüş, ufkunun nerede durduğunu işaret eder. Bu ufuğa Marx ‘devletin düşüşü’ der.

Bir gün kendi güçlerinin yayılmasında özgürce ilişmiş halklar devletin kasvetli baskısı olmadan yaşayabilecekler. Ve bu sebepten, bu nihai fikir için, müesses nizamı alaşağı eden bir isyan tüm dünyada sınırsız bir coşku belirtir.

Bir kıvılcım tarlayı ateşe verebilir. Herşey lüzumsuz kılınmış, sağkalmasını sağlayan işi yasaklanmakla tehdit edilmiş, bir kadın memurun bu dünyada neyin gerçek olduğunu anlaması için tokatladığı bir adamın kendini ateşe vererek intiharıyla başladı. Bu hareket günler, haftalar boyunca genişler, uzak bir meydanda milyonlarca insan neşeden çığlık çığlığa kalana, güçlü liderler kaçana kadar. Bu efsanevi genişleme nereden geliyor? Özgürlük salgını nereden yayılıyor? Hayır. Jean-Marie Gleize’in şiirsel ifadesiyle: ‘‘devrimci hareket bulaşarak değil, yankılanarak [par résonance] yayılır. Burada açığa çıkan birşey, orada gün ışığına çıkmış birşeyin yaydığı şok dalgasında yankılanır’’. Bu yankıya ‘olay’ diyelim. Olay, yeni bir gerçekliğin değil, sayısız yeni imkanın ani yaratılışıdır.

Hiçbiri bildiğimiz bir şeyin tekrarı değildir. Bu yüzden ‘hareket demokrasi talep ediyor’ (Batı’da zevkini çıkarttığımız şey ima ediliyor) ya da ‘bu hareket toplumsal reformlar istiyor’ (ülkelerimizdeki küçük burjuvaların vasat refahı ima ediliyor) demek gericiliktir [obscurantiste]. Neredeyse hiçlikten çıkagelmiş, heryerde yankılanan popüler ayaklanma tüm dünya için bugüne dek bilmediğimiz imkanlar yaratıyor. Mısır’da ‘demokrasi’ kelimesinden pratik olarak hiç bahsedilmiyor. ‘Yeni Mısır’dan, ‘gerçek Mısır halkı’ndan, kurucu meclisten, varoluşun mutlak bir değişiminden, emsalsiz imkanlardan bahsediliyor. İsyanın kıvılcımıyla ateşe verilmiş eskinin olmayacağı yeni bir alan konuşuluyor. Gelecek olan bu yeni alan güçlerin alaşağı edildiği beyanla, yeni görevlerin üstlenilmesi arasında duruyor. Genç bir Tunuslu’nun ifadesiyle ‘‘Biz, işçi ve çiftçilerin çocukları, suçlulardan daha güçlüyüz’’ ile genç bir Mısırlı’nın dediği ‘‘Bugünden, 25 Ocak’tan itibaren ülkemin meselelerrinin sorumluluğunu üzerime alıyorum’’ arasında.

Halk, ve sadece halk evrensel tarihin meydana getiricisidir. Şaşırtıcıdır ki, bizim Batı’mızda hükümetler ve basın Kahire’de bir meydanda ayaklananların ‘Mısır halkı’ olduğuna inanıyor. Nasıl olur? Bu insanlar için [Batılılar]halk, makul ve tüzeltek halk genel olarak ya bir anketteki ya da bir seçimdeki çoğunluğa indirgenmiyor mı? Nasıl oldu da birdenbire isyan eden yüzbinler seksen milyonu temsil eder oldu? Bu hatırlanacak bir ders ve hatırlayacağız.

Belli bir azim, inat ve cesaret eşiği aşıldıktan sonra, bir halk varoluşunu tek bir meydana, tek bir caddeye, birkaç fabrikaya, bir üniversiteye…  sığdırabilir. Tüm dünya bu cesarete şahir olur ve özellikle de ona eşlik eden hayret verici yaratımlara.Bu yaratımlar bir halkın orada temsil edildiğini ispat eder.  Mısırlı bir eylemcinin belirttiği üzere ‘‘eskiden ben televizyon izlerdim, şimdi televizyon beni izliyor’’.

Olayın ortasında halk, olayın onlara yüklediği sorunları çözmeyi bilenlerden oluşur. Bir meydanın işgalinde de bu geçerlidir: yiyecek, yatacak ayarlamalrı, korunma, bayraklar, ibadetler, savunma savaşı, ve tüm hepsi herşeyin gerçekleştiği yerde, sembol haline gelen yerde, her ne pahasına olursa olsun halkıyla birlikte kalır. Sağdan soldan gelen yüzbinlerce insanı gözönünde bulundurursak bu sorunların çözümü, özellikle de devlet meydandan el etek çektiği için, imkansız gibi gözükebilir. Çözülemez sorunları devletin yardımı olmadan çözmek olayın yazgısıdır. Ve bir halkın, birdenbire ve belirsiz bir süreliğine toplanmaya karar verdiği yerde varolmasını bu belirler.

Komünist hareketler olmaksızın komünizm olmaz. Konuşageldiğimiz popüler ayaklanmanın bir partisi, hegemonik örgütü, öne çıkan bir önderi açık bir şekilde yoktur. Her seferinde bunun bir zayıflık mı yoksa güç mü olduğu saptanmalıdır. Her halükarda isyanın öndersizliği, saf bir biçim üzere, bu hareketi Paris Komünü’nden beri en saf haliyle, hareket olarak komünizmi konuşmamızı sağlayan gerekli özellikleri veriyor. Burada ‘komünizm’ ortaklaşa bir kaderin müşterek yaratımı demektir. Bu ‘müşterek’in iki belirgin özelliği bulunur. Birincisi, müşterek türeyimseldir (generique), tek bir yerde tüm insanlığı tamamiyle temsil eder. Bu mekanda bir nüfusu oluşturan her kesimden insan vardır, tüm sözler duyulur, tüm önermeler tartışılır, ne olduğu anlaşılsın diye tüm zorluklar göze alınır. İkinci olarak da devletin bir tek kendisinin aşabileceğini iddia ettiği büyük çelişkilerin –entellektüeller ve işçi, erkek ve kadın, zengin ve fakir, Müslüman ve Koptik, taşrada yaşayanlar ve başkentte yaşayanlar arasındaki- üstesinden gelir.

Her an bu çelişkilere karşılık gelen milyonlarca yeni imkan açığa çıkar –devletin –tüm devletlerin- tamamen kör olduğu imkanlar. Yaralıları iyileştirmek için taşradan gelmiş genç kadın doktorları, kızgın erkek çemberinin ortasında uyurken görüyoruz. Ve orada, daha önce hiç olmadıkları kadar rahatlar, saçlarının bir teline dahi dokunulmayacağını biliyorlar. Genç mühendis örgütünün varoş gençlerini mücadele enerjileriyle hareketi korumak için dayanmalarını isterken görüyoruz. Bir sıra Hristiyan’ın namaz kılan Müslümanlara göz kulak olduğunu, el arabacılarının işsizi ve fakiri doyurduğunu, herkesin tanımadığı komşusuyla konultuğunu görüyoruz. Her bir kişinin hayatının birbirine karıştığı yüzlerce afişte herşeyin muhteşem tarihini görüyoruz. Tüm bu durumlar ve icatlar komünizmi bir hareket olarka kurar. İki yüzyıldır biricik sorun şu: uzun vadede komünizmin icatlarını nasıl hareket olarak kuraibliriz? Biricik gerici beyanda şu: ‘bu imkansız ve hatta zararlıdır. Gelin devlete güvenelim.’ Bizlere gerçek ve biricik siyasal vazifeyi hatırlatan Tunus ve Mısır halklarına övgüler olsun: devletin karşısına çıkmış, hareket olarak komünizme örgütlü sadakat.

Savaş istemiyoruz ama savaştan da korkmuyoruz Her yerde devasa hareketlerin barış yanlısı sükuneti konuşuluyor, bunu harekete bahşettiğimiz seçimli demokrasiyle alakalandırıyorlar. Yüzlerce ölü olduğunu ve sayının her geçen gün arttığını kaydetmeliyiz. Çoğu sefer ölenler mücadeleciler, girişimin şehitleri, hareketin güvenliğiydi. Direnişin siyasi ve sembolik yerlerinin elde tutulması için tehdit altındaki rejimin milisleri ve polisiyle acımasız bir kavganın verilmesi gerekti. En fakir sınıfın gemçleri değil de kim ödedi bu borcu kendi hayatıyla? İlhama doymuş Michèle Alliot-Marie’imizin [Dışişleri Bakanı] hareketin demokratik neticesinin dayandığını belirttiği ‘orta sınıflar’ –sadece onlara dayandırıyor- her zaman hatırlamalılar ki kritik zamanda hareketin sürekliliği sadece ve sadece halkın milisinin sınırsız adanmışlığıyla temin olunur. Savunmacı şiddetin önüne geçilemez. Hala, Tunus’ta genç taşra eylemcileri kendi mahrumiyetlerine geri gönderildikten sonra, zor şartlarda devam ediyor.

Cidden, tüm bu sayısız girişimden ve zalim fedakarlıkların nihai emelinin halkın Ömer Süleyman’la El-Baradey arasında -bizim burada Sarkozy’le Strauss-Kahn arasında karar vermeye mecbur kalmamız gibi- ‘tercih’te bulunması için olduğunu düşünebilir miyiz? Bu görkemli vakadan alacağımız tek ders bu mu?

Hayır, bin kere hayır! Mısır ve Tunus halkları bize şunu diyecektir: popüler özgürleşme siyasetinin gerçeği isyan, komünizmin kamusal alanını hareket olarak kurmak, her şeye karşı onu korumak ve onun müteakip eylem aşamalarını tertiplemektir. Arap devletleri sadece halk karşıtı değil, temelde, seçimle aynı zamanda, seçimli veya seçimsiz yasadışı da. Gelecekleri ne olursa olsun Tunus ve Mısır ayaklanmaları evrensel önem arzediyor. Uluslararası değeri olan yeni imkanlar belirtiyor.

Dünya Bülteni için çeviren: Selim Karlıtekin