Toplum, birbirleri ile anlaşma halinde ve ortak değer ve gelenekler etrafında bir araya gelen insan grupları olarak bilinmektedir. 

Fakat, Türkiye gibi bazı ülkeler; yaşadıkları toplumsal değişimler ile böyle bir uzlaşmayı bir ölçüde kaybetmiş ve birbirleriyle çatışma içine sokulmuşlardır. Bu durum; özellikle Türkiye'de yönetime talip bazı grupların, bu hedeflerine ulaşmak için toplum gruplarını birbirine bağlayan değerler üzerinde oynamaları ile daha da vahim hale gelmiştir. Bu değerlerin başında "din, ahlak ve kültür" kavramları gelmektedir.

Toplumları birbirinden ayırt eden ve onlara, kendilerine has bir hayatı şekillendirmede büyük rol oynayan bu değerler; her türlü politik, ekonomik ve hukuki kuralların üzerinde olup, onların biçimlenmesinde büyük bir role sahip bulunarak "belirleyici" bir pozisyona sahip bulunmaktadırlar.İnsanın düşünce ve ruh dünyasını oluşturan bu değerlerin tanımları üzerinde bilinçli bir şekilde oynanmış ve başka dünyalara ait tanım ve kavramlar dünyası, bu toplumun insanlarının anlayış ve his dünyalarını allak-bullak etmiştir. Dolayısıyla, öncelikle bu kavram ve anlam dünyasının netliğe kavuşturulması, başka toplumlardan ödünç alınmış kültürel değerlerinyerine asıllarının konulması gerekiyor.

Toplumsal barışı engelleyen peşin hükümler: Türkiye'de toplumsal barışın üzerinde gerçekleşmesi gereken faktörlerin "değerler dünyası"nda olduğunu belirtmiştik. Fakat, bazı kesimler; bilerek veya bilmeksizin bu birleşmeyi başka faktörler üzerinde gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar. Aslında, hangi faktör olursa olsun; bir insanın veya toplumun kendini yöneltecek bazı görüşler edinmesi, onun o nesneleri değer edinmesi anlamına gelmektedir.

Siyasi parti taassubu: Toplumsal barışı önleyen faktörlerden en önde geleni siyasi farklılıktır. Siyasi farklar, günümüzde yanlış bir anlayış gereği ideolojik farklılıklar noktasına getirilmiştir. Aslında, bu durum, siyasi partilere bir uygulama ve politika üretme rolünün dışında verilen ideolojik bir fonksiyon ile ilgilidir. Bilindiği gibi Batı'da siyasi partiler, farklı ideolojik grupların (yani sınıfların) temsilcileri olduklarından, her sınıf kendi menfaatini korumayı bir ideal haline getirmektedir.

Büyük Osmanlı düşünürü Said Halim Paşa, "Buhranlarımız" isimli kitabında, Batı'daki siyasi partiler ve dolayısıyla parlamento sistemini almanın, toplumda birbirine düşman gruplar meydana getireceğini daha Meşrutiyet döneminde haber vermişti. Fakat, İttihat Terakki'nin Batı eksenli ideolojisi, Batı'nın dışında hiçbir bilgi kaynağına itibar etmeme ve Osmanlı toplum grupları gerçeğini dikkate almama mantığı üzerine kurulmuştu.Üstelik bu durumun, bazı siyasiler tarafından da bulunmaz bir "nimet" gibi kullanılması, olayın daha tehlikeli bir hal almasına yol açmaktadır.

Irkçı bir milliyetçilik düşüncesi: Türk toplumu, tarihi geçmişi içinde farklı ırk kökenli grupların yer aldığı bir mozaik görüntüsü vermektedir. Diğer toplumların aksine, Türk toplumundaki adil yönetim tarzı, bu grupların; grup taassubuna düşmeden bir arada yaşama imkanı vermiş ve Osmanlı'nın 600 yılın üzerindeki tarihi sürecinde toplum grupları arasında ciddi bir ırk çatışması görülmemiştir.

Osmanlı'nın hakim olduğu ülkelerdeki insanların din ve milli duygularına müsamahakar yaklaşımı, adaletli bir devlet anlayışından kaynaklanıyor ve hiçbir ırk, hakim yönetime karşı kendini ispat etme ihtiyacı duymuyordu.

Osmanlı'da yine, Batılılaşmanın kendi sosyal dinamiklerinin dışında oluşturulmaya çalışılması, Türk ırkının üstünlüğü gibi bir mantığı yönetim sistemine yerleştirmiştir. Osmanlı bütünlüğünü kendisi için tehlike kabul eden Rusya, İngiltere, Fransa ve Almanya gibi ülkeleri harekete geçirmiştir. Çünkü, böyle bir kültürel altyapı ortaya çıkmasaydı, Balkan, Yunan, Sırp, Arap gibi çeşitli Osmanlı milletlerinin kendilerini tehlikeli bir yolculuğa yöneltmeleri pek kolay olmayacaktı.

Meşrutiyetten sonra da, ırkçı gruba dayalı milliyetçi bir yönetim düşüncesi, ülke içindeki başka ırk hassasiyetlerini de harekete geçirmiş bulunmaktadır. Bunların başında, Kürt gruplarının kendi ırklarına dayalı bir siyasi hareket ve giderek ayrı bir devlet isteme noktasına gelmeleri gösterilebilir. Görüldüğü gibi ırkçılık; sürekli olarak toplumsal yapının daha alt birimlere parçalanmasına kadar gidebilecek bir özellik göstermektedir.Türkiye'deki doğu veya bir diğer adıyla Kürt meselesi olarak söylenilen hareketin temelinde, bu toplum grubunun siyasi bir düşünce ile ikinci sınıf görülmesi ve bu kesimlerin yaşadığı bölgelerin, ekonomik ve sosyal bakımdan bile bile ihmal edilmesi ile ilgili yanlış yönetim politikaları bulunmaktadır. Bu konu, olay daha da istismar edilerek; bir Kürtçü hareketi ortaya çıkarmaya yol açmıştır. Enteresandır ki, neredeyse bin yıla varan ve aynı toplum içinde, birbiriyle kaynaşmış Türk ve Kürt toplulukların, bir arada yaşamak zorunda olmadığını dile getirecek kadar; tarih, sosyoloji ve ahlaki ölçülerden uzak siyasilere ve yazarlara rastlayabiliyoruz. Bu görüşler bile, olayın ne ölçüde gerçek sosyolojik çerçevesinden kopartıldığını ortaya koymaktadır.


Zamanın ihtiyaçlarına cevaplar hazırlayamama: Toplumsal yapı, kendi içinde bir dinamizm gösterir. Bu yüzden, fikir adamlarının tahlil ve değerlendirmeleri sebebiyle, toplumsal yapının özelliklerinin izlenmesi gerekmektedir. Bir insan iyi niyetli ve ahlaklı olabilir. Fakat, toplumu iyi tahlil edememiş ve hadiselerin gelişme istikametlerini anlayamamış ise, toplumsal rolünü tam olarak yerine getiremez ve belki de toplumsal dengenin kurulmasında olumsuz rol oynama durumuyla karşı karşıya gelebilir.

Toplumsal gelişmeleri izleme ve onlara cevaplar hazırlama, bir toplumdaki entelektüellerin görevidir. Böyle bir rol, kişilerde öncelikle hassasiyet ister. İkinci bir konu ise, bu gelişmeleri neye göre değerlendirip, açıklama getirebileceğinin belirlenmesidir. İşte bu noktada, toplumsal değerlere olan inanç, ahlak ve gelenekler gibi, sosyal değişmenin dinamikleri olan bazı ölçü birimleri ile olayların niteliğini değerlendirebilir. Burada görüldüğü gibi, öncelikle bir istek ve arayışın var olması; arkasından da, bu arayışlarda doğru hükümler ve sonuçlar çıkarabilecek bir değerler takımı ile ilişki kurmak söz konusudur.Sonuç olarak, 'toplumsal barış'ın ihtiyaç duyduğu hassasiyetlerin ve şartların, bilgi ve sorumluluk sahibi entelektüeller tarafından şekillendirilmesi gerekmektedir. Bu görev, tesadüflere veya bilinçsiz kişilere bırakılmayacak kadar önemli bir görevdir.

Toplumsal barışın gerekliliği: Bir toplum, ancak huzur ve mutluluk içinde bir arada olmanın faydalarını görebilir. Bunun yolu, karşıdaki insan ve gruplar ile medeni bir diyalog kurabilmek ve her ne pahasına olursa olsun, ortak amaçları elde etmeye çalışmaktır.İnsanın yüceliği ve saygınlığı, bir hayvan gibi her istediğini elde etmesinde değil; belli değerleri kazandığında, bazı imkanlara erişebileceğinin bilincine varabilmek anlayışında gizlidir. Çünkü güç ve kuvvet, belirleyici değildir. Asıl belirleyici olan hak ve hakikat anlayışıdır. İşte bu tür değer ve kavramlar ile bir hayatı yaşayarak, güçlü veya istekli olduğu için değil; haklı olduğu zaman bir hedefe erişebileceğini ve bu hedefi elde ettikten sonra nelerin olabileceğini düşünerek yaşayabilmek, toplumsal hayatın düzenleyici niteliğini sağlayabilir.Çevremizdeki kişi ve menfaat gruplarını böyle manevi, hukuki ve ahlaki kriterler ile değerlendirme alışkanlığını edindiğimizde, toplumsal barışın şartları gerçekleşmiş ve bir arada yaşamanın gerçekçi ve medeni ortamı sağlanmış olacaktır.

Bütün bunlar göz önüne alındığında, toplumsal barışın; insanın ruhen yücelmesi ve hayatını kalıcı ve üstün değerler etrafında kurularak, basit zevk ve ihtiraslardan arındırarak şekillendirmesi gibi, toplumsal barışı hazırlayan faktörlerin çerçevelediği bir dünyayı kurabiliriz. Çünkü insanın hayatı, eşyalara yönelik ve eşyaya ve maddeye hakimiyetle değil; hak ve hukuk düşüncesi içerisinde, insanı önceleyen ve onu mutlu etmeyi hedefleyen bir çerçevede gerçekleşmek zorundadır.

Kaynak: Zaman