Efsâne 1 - Yahudiler ve Araplar bölgede her zaman çatışma içindeydiler
.

İsrail devletinin kurulması öncesinde Araplar, Filistin’de çoğunluğu teşkil ediyorlardı ama Yahudi bir nüfus her zaman mevcuttu. Yahudi Filistinliler, Arap komşularıyla geçinip gidiyorlardı. Ancak Siyonist hareketin doğuşuyla birlikte bu durum değişmeye başladı çünkü Siyonistler, Filistinlilerin self determinasyon hakkını inkar edip Arapların çoğunlukta bulunduğu ve toprağın çoğunun Araplara ait olduğu bir bölgede Yahudi devlet kurmak üzere Filistin’in kendilerine ait olduğunu ileri sürdüler.

Örneğin, 1921’de Yafa’da 47 Yahudi ve 48 Arap’ın öldüğü ayaklanmalardan sonra işgalci İngiltere bir soruşturma komisyonu kurdu. Komisyona göre ülkede ırki veya dini yönelimli bir Yahudi karşıtlığı söz konusu değildi. Arapların Yahudi cemaate yaptığı saldırılar, Siyonistlerin beyan ettikleri bu toprakların sahibi olma amacından duydukları korku yüzündendi. 1929’da patlak veren şiddet olaylarından sonra, İngiliz Shaw Komisyonu raporunda şöyle deniliyordu: “Yaklaşık 10 yıldır Arapların Yahudilere düzenlediği ciddi saldırıların sayısı 3. Bu saldırılarının birincisi yapılmadan önceki 80 yıl zarfında benzer olayların yaşandığını gösteren örnek hiçbir kayıt yok. Ortaya çıkmakta olan çatışmanın tüm taraflarının temsilcileri, komisyonda yeminli ifade verdiler: “I. Dünya Savaşı öncesinde Yahudiler ve Araplar, ahbaplık ilişkisinde değillerse de en azından hoşgörüyle yanyana yaşadılar ki bugün Filistin’de bilinmeyen bir durumdur”; problem, “Filistin’deki Arap nüfusun bugün temsili yönetim kurma talebinde birleşmeleri” ama Siyonistlerin ve onların İngiliz hâmilerinin bu hakkı reddetmiş olmalarıydı.

1930 tarihli İngiliz Hope-Simpson raporu benzer şekilde kaydetmiş, Filistin’deki gayri Siyonist bölgelerde yaşayan Yahudi mukimlerin Arap komşularıyla arkadaşlık ilişkisi kurduklarını belirtmiştir. “Yahudi evlerinin taraçalarında Arapları otururken görmek hayli yaygındı. Siyonist kolonilerdeki durum ise bütünüyle farklıydı.”

Efsâne 2 – İsrail’i BM kurdu

İngiltere, ellerini yıkayıp kendi politikalarının yarattığı istikrarsız durumdan kurtulmanın yoluna baktığında, Filistin’le arasına mesafe koymak istediğinde işin içine BM girdi. Bu amaç doğrultusunda, İngilizler BM’in meseleye el atmasını istedi.

Sonuç itibariyle, meseleyi incelemek ve çatışmanın nasıl çözüleceğiyle ilgili tavsiyelerde bulunmak üzere BM Filistin Özel Komisyonu (UNSCOP) kuruldu. UNSCOP’da Arap ülkelerinden temsilci bulunmuyordu; yayınlanan rapor ise Filistinlilerin self determinasyon hakkını açıkça reddetti. Çatışmaya yönelik demokratik bir çözümü reddeden komisyon, Filistin’in iki devlet arasında, Araplar ve Yahudiler arasında taksimini önerdi.

BM Genel Kurulu, komisyon tavsiyesini 181 sayılı kararıyla onayladı. 181 sayılı bu kararın, Filistin’i taksim ettiği veya kararın ardından İsrail devletinin varlığını ilan eden Siyonist liderlere hukuki salâhiyet sağladığı savunulur. Bu tür iddiaların tümü de yanlıştır. 181 sayılı karar sadece UNSCOP’un raporunu, tavsiye olarak verdiği hükümleri onaylamıştır. Söylemeye bile gerek yok, Filistin’in resmen taksim edilmiş olması için evvela bir Yahudiler ve Araplar tarafından kabul edilmiş olması gerekirdi ki edilmemiştir.

Dahası, Genel Kurul kararları hukuki bağlayıcılığı haiz değillerdir (sadece Güvenlik Konseyi kararları bağlayıcıdır). Ayrıca, BM’in bir toprağı bir halktan alıp bir diğerine verme yetkisi yoktur ve Filistin’in taksimi arayışındaki herhangi bir karar hükümsüzdür.

Efsâne 3- Araplar, kendi devletlerine sahip olma şansını 1947’de kaybettiler


BM’in taksim tavsiyesi, Araplar tarafından reddedildi. Bugün pek çok yorumcu, bu reddin, Arapların kendi devletlerine sahip olacağı bir fırsatın tepilmesi olduğuna işaret ederler. Fakat bunu bir fırsat olarak nitelemek çok gülünçtür. Taksim planı, Araplar için bir fırsat değildi.

Her şeyden önce Araplar zamanında Filistin’de çoğunluğu teşkil ediyorlardı; Yahudiler ise Avrupa’dan gelen büyük Yahudi göçü sayesinde nüfusun üçte birini oluşturuyorlardı (İngiliz nüfus sayımına göre 1922’de nüfusun sadece yüzde 11’ini temsil ediyorlardı).

İlave olarak, 1945 yılına ait toprak mülkiyeti istatistikleri, Arapların Yahudilerden daha fazla toprak sahibi olduklarını göstermektedir; buna Arapların toprağın yüzde 47’sine, Yahudilerin ise yüzde 39’una sahip oldukları Yafa da dâhildir ki Yafa, Yahudilerin en çok toprağa sahip oldukları yerdi. Diğer bölgelerde ise toprağın büyük bir kesimi Araplardaydı; en uç örnek olarak mesela Ramallah’ta yüzde 99’u Araplara aitti. Tüm bir Filistin’de Araplar toprağın yüzde 85’ine sahipti; Yahudiler ise yüzde 7’den daha azına. Bu durum, İsrail’in kurulduğu vakte kadar böyle sürdü.

Ancak bu gerçeklere rağmen BM taksim tavsiyesi, Filistin topraklarının yarıdan fazlasını Yahudi devleti kursunlar diye Siyonistlere veriyordu. Herhangi bir Arap’ın böylesine haksız bir tavsiyeyi kabulleneceğini ummak mâkul değildir. Bugün bazı siyasi yorumcuların, Arapların, self determinasyon haklarının inkârına dayanarak verilmiş bir tavsiyeyi, yani topraklarının ellerinden alınması tavsiyesini reddedişlerini “kaçırılmış bir fırsat” olarak sunmaları ya çatışmanın kökeni hakkında derin bir cehaleti ya da tarihe dürüstçe bakmaya gönülsüzlüğü temsil eder.

Taksim planının siyonist liderlerce reddedildiğini de kaydetmelidir. Bu fikri destekleyenler arasında David Ben Gurion da vardı; onlara göre bir Yahudi Devleti adına daha sonra en nihayet silah zoruyla başarılabilecek tüm bir Filistin'i ele geçirme amacı doğrultusunda pragmatik bir adımdı bu.

Taksim fikri ortaya ilk atıldığında, Ben Gurion şöyle yazmıştı: “Bir devletin kurulması sonucunda kudretli bir güç olduğumuzda, taksimi lağvedecek ve tüm bir Filistin'e yayılacağız.” “Tüm bir Filistin üzerinde genişlemenin zeminini hazırlamak için” taksimin kabul edilmesi gerektiğini savunuyordu. Şayet Araplar bu genişlemeyi sükûtla kabullenmezlerse, Yahudi devleti “gerekli olduğu takdirde mitralyözle düzeni korumak zorunda kalacaktır.”

Efsâne 4 – İsrail'in var olma hakkı vardır.

İsrail'e özel bu ifade, onun meşruiyetini tanıma tâlimatıdır; İsrail'i tanıma talebi Filistinlilere bir borç olarak yüklenirken, İsrail'e bir Filistin devletinin “var olma hakkını” tanıma talebi yapılmaz.

Ulusların hakkı yoktur ama halkların vardır. Doğru bir tartışma çerçevesi, tüm halkların self determinasyon hakları olduğudur. Araplar, Yahudilerin o haklarını inkar ediyor değiller; Yahudiler ise Arapların o haklarını inkar ediyorlar ki doğru çerçeveden bakılınca yapılan temel bir gözlemdir bu. İsrail'in “var olma hakkı” ıstılahı, hakikati karartmak için kullanılmaktadır.

Kaydettiğimiz üzere, İsrail BM eliyle kurulmadı; hiçbir hukuki yetkilendirme olmaksızın, 14 Mayıs 1948 tarihinde siyonist liderler eliyle tek taraflı olarak dikildi, yeni devletin sınırlarıyla ilgili hiçbir açıklama yapılmaksızın İsrail'in varlığı ilan edildi. Siyonistler, Arapların artık toprakların sahibi olmadıklarını bir anda ilan ettiler – topraklar artık Yahudilere aitti. Siyonistler, Filistin'deki Arapların çoğunluğunun “Yahudi devletinde” ikinci sınıf vatandaşlar olduklarını göz açıp kapayıncaya kadar ilan etmişlerdi.
Söylemeye gerek yok, Araplar bu gelişmeyi pasif şekilde kabullenmediler ve komşu Arap ülkeler, Filistin'in çoğunluktaki sâkinlerine karşı derin bir adâletsizliği önlemek amacıyla Siyonist rejime karşı savaş açtılar.

Siyonistlerin, İsrail'in parçası olduğunu ilan ettikleri toprakların büyük bir kesiminde haklarının olmadığı ama Arapların haklarının olduğu vurgulanmalıdır. Bu savaş, merkez medyanın iddia ettiği gibi Arap devletlerin İsrail'e karşı saldırgan bir fiili değildi. Aslında Araplar, Arap topraklarının hukuksuz ve haksız şekilde siyonistler tarafından ele geçirilmesine karşı haklarını savunuyorlardı. Saldırgan fiil, Siyonist liderliğin tek taraflı olarak İsrail'in varlığını ilan etmesi ve bu ilan öncesi ve sonrasında, amaçlarına ulaşmak için siyonistlerin kuvvet kullanmalarıydı.

Ardından patlak veren savaşta, İsrail, etnik temizlik politikası güttü. 700.000 Arap Filistinli evlerinden çıkmaya mecbur bırakıldı veya siyonist ilandan hemen önce Deir Yasin köyündekine benzer bir katliam korkusuyla evlerini terk ettiler. Bu Filistinlilerin evlerine ve topraklarına dönmelerine bir daha asla izin verilmedi. Halbuki uluslararası hukuka göre bu tür mültecilerin “dönüş hakkı” vardır. Bu hak, uluslararası tanınmışlığı haizdir.

Filistinliler, İsrail'in ve onun birinci hâmisi ABD'nin İsrail'in “var olma hakkını” tanıma yönündeki taleplerine asla rıza göstermediler. Böyle bir talebi kabul etmek, İsrail'in Arap topraklarını ele geçirme hakkı olduğunu, Arapların ise kendi topraklarına dönüş haklarının olmadığını iddia etmek demektir; ve yine, İsrail'in Filistini etnik temizliğe tâbi tutma hakkı olduğunu, Arapların ise hayat, özgürlük, kendi evlerinde ve topraklarında mutlu olma haklarının olmadığını iddia etmektir.

“Var olma” hakkının bugünkü söylemde sürekli olarak dile getirilmesi tek bir gâyeye hizmet eder: Gerçekliği yani Arapların, Yahudilerin self determinasyon hakkını değil Yahudilerin, Arapların self determinasyon hakkını inkar ettiği gerçeğini karartmayı amaçlamaktadır ve bu olmadı mı da İsrail'in dün ve bugün Filistinlilere karşı işlediği suçları meşrulaştırma teşebbüsüne dönmektedir.


Efsâne 5 – Arap ulusları, 1967 ve 1973 yıllarında İsrail'i yok etmekle tehdit ettiler

Altı Gün Savaşlarının ilk kurşununu sıkan İsrail olmuştur. İsrail uçakları, 5 Haziran sabahı Mısır'a (o vakitler Birleşik Arap Cumhuriyeti idi) sürpriz bir saldırı başlattı ve uçakların büyük bir kısmı yerdeyken, Mısır hava kuvvetlerini başarılı bir şekilde kırdı geçirdi.

Bu saldırıyı önleyici saldırı olarak yansıtmak, bugünün yorumcuları için mükellefiyet’tir. Ama tanım gereği önleyici olabilmesi için önce bir İsrail'e karşı Mısır'ın eli kulağında bir saldırısının olması gerekirdi. Ve gerçekte böyle bir şey yoktu.

Cumhurbaşkanı Nasır'ın kavgacı söyleminin, Tiran Boğazını ablukaya almasının, askerlerin Sina Yarımadasına gönderilmesinin ve sınırın Mısır tarafındaki BM barışı koruma kuvvetlerinin ülkeden gönderilmesinin böylesi bir tehdit niteliği kazandığı iddia edilir.

Ancak o vakitler ABD ve İsrail istihbaratı, Nasır'ın saldırı düzenleme ihtimalinin düşük olduğu değerlendirmesini yapıyordu. CIA, İsrail'in silah bakımından ezici bir üstünlüğe sahip olduğunu, bir savaş durumunda Arap kuvvetlerini iki hafta içinde yeneceği değerlendirmesini yapmıştı; eğer ilk saldıran İsrail olursa, bir hafta içinde mağlup edebilirdi ki olan da buydu.

Mısır, Süveyş Kanalını kamulaştırmanın ardından başlayan Süveyş Krizi’nde, İngiltere, Fransa ve İsrail saldırganlığının kurbanı olmuştur. Mütecaviz üç ulus, Mısır’a karşı savaş tezgahlamış ve Süveyş Krizi, İsrail’in Sina Yarımadasını işgaliyle sonuçlanmıştır. ABD baskısı altında kalan İsrail 1957 yılında Sina’dan çekildi fakat Mısır, İsrail saldırganlığını unutmadı.

Dahası Mısır, Suriye ve Ürdün’le, İsrail’le savaş halinde diğerlerinin yardıma gelmeyi taahhüt ettiği bir ittifak oluşturmuştu. Ürdün, İsrail bir yıl önce Batı Şeria’daki Samu köyüne saldırdığında yardıma gelmeyen Nasır’ı eleştirmişti; Nasır’ın söylemi, Arap dünyasında itibarı yeniden kazanma teşebbüsüydü.

Nasır’ın aldığı pozisyon, İsrail’e karşı bir saldırı niyetini izhar etmekten ziyâde savunmaya yönelikti ve İsrailliler bunu bilmektedirler. Shalem Center’dan Avraham Sela’nın tespit ettiği gibi “Mısır’ın Sina’daki askeri takviyesi, açık bir saldırı planına dayanmıyordu ve Nasır’ın verdiği savunma tâlimatları, ilk saldırıyı İsrail’in yapacağını varsayıyordu.”

İsrail Başbakanı Menahem Begin "Haziran 1967'de bizim yine bir seçeneğimiz vardı. Mısır birliklerinin Sina girişlerinde yaptığı yığınak, Nasır’ın bize gerçekten hücum edeceğini ispatlamaz. Kendimize karşı dürüst olmalıyız. Mısır’a saldırmaya biz kendimiz karar verdik” diye kabul ve itirafta bulunmuştur.

Daha sonra İsrail başbakanı olacak olan İzak Rabin 1968’de “Nasır’ın savaş istediğini sanmıyorum. Sina’ya gönderdiği iki birlik, saldırı savaşı başlatmak için yeterli olmazdı. Bunu o da biliyordu biz de biliyorduk” demiş ve kabul etmiştir.


İsrailliler, zamanında dillendirdikleri Arap devletlerinden gelen “imha tehdidi” söyleminin katıksız propaganda olduğunu da kabul etmişlerdir.
General Chaim Herzog – savaşın ardından, işgal altındaki Batı Şeria’yı komuta eden general ve ilk askeri vâli’dir – “imha tehdidi yoktu. İsrail karargahları bu tehlikeye hiçbir zaman inanmıştı” diyerek bunu kabul etmiştir.

General Ezer Weizman da benzer şekilde konuşmuştur: “Yok etme tehdidi asla söz konusu olmadı. Bu hipotez, ciddi hiçbir toplantıda da asla dikkate alınmamıştır.”
Genelkurmay Başkanı [yardımcısı] Haim Bar-Lev “Altı gün Savaşları arefesinde soykırımla tehdit edilmedik ve böyle bir ihtimali hiçbir zaman düşünmedik” demiştir.
İsrail İskan Bakanı Mordekay Bentov da şöyle diyerek kabul ve itiraf etmiştir: “Tüm bir yok etme hikâyesi, her ayrıntısına kadar icât edilmiş, yeni Arap topraklarının ilhakını haklı kılmak için tümdengelim yoluyla abartılmıştır.

Mısır Sina’yı, Suriye de Golan Tepelerini geri almak amacıyla 1973 yılında İsraillilerin “Yom Kippur” Savaşı dedikleri sürpriz savaşı başlattılar. Bu müşterek taarruz, çağdaş yorumlarda “işgal” veya İsrail’e karşı “saldırı” olarak târif edildi.

Ama ne ki daha önce de kaydettiğimiz üzere, Haziran 1967 Savaşı’nın ardından BM Güvenlik Konseyi 242 sayılı kararla İsrail’i işgal altındaki topraklardan çekilmeye çağırmıştı. Söylemeye gerek yok, İsrail çekilmeyi reddetti ve o zamandan beri uluslararası hukuku kalıcı olarak ihlal etmeyi sürdürmektedir.
 

Dolayısıyla da Mısır ve Suriye, 1973 savaşı sırasında, İsrail’in gayrimeşru işgali altında bulunan “kendi topraklarını” işgal etmiş oluyorlar. Bu savaşın bir Arap saldırısı olarak tanımlanmasının doğal sonucu, Sina Yarımadası’nın, Golan Tepeleri’nin, Batı Şeria’nın ve Gazze Şeridi’nin İsrail toprakları olduğunu varsaymaktır. Söylemeye gerek yok, söz konusu olan Arap-İsrail çatışması olduğunda, fena halde yanlış bu varsayım, ana mecranın peşin hükümlü ve taraflı doğasını ortaya koymaktadır.

Bu yanlış anlatı, İsrail’in, Arap uzlaşmazlığı ve saldırganlığının “kurbanı” olduğu şeklindeki o bâtıl büyük anlatıya uymaktadır. Batıda pek sorgulanmayan bu anlatı, hakikati başaşağı çevirmektedir.

Efsâne 6 – BM BM Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararı, İsrail’in sadece kısmen çekilmesini talep ediyor.

242 sayılı karar, 1967 Savaşı’nın peşinden alındı ve “İsrail silahlı kuvvetlerinin son çatışmada işgal ettiği topraklardan çekilmesini” talep etti. Yukarıdaki sav yaygın bir rağbet görüyorsa da buna lâyık değildir.

Bu savın merkezi önermesi şudur: O cümlede “işgal altındaki topraklar” ifadesinin önünde [İngilizce’de belirlilik anlamı katan] “the” takısının olmaması, “işgal altındaki tüm toprakların” kastedilmediği anlamına gelir. Esâsen bu sav, “the” takısı cümlede geçmediği için bundan “işgal altındaki bazı toprakların” kastedildiği anlamını çıkaracağımız şeklinde gülünç bir mantığa dayanıyor.

Dilbilgisi bakımından, “topraklara” çoğul olarak atıfta bulunan cümlede “the” takısının olmayışı, cümlenin anlamı üzerinde hiçbir etkiye sahip değildir. Basit bir turnosol testi sorusu: Orası, İsrail tarafından 1967’de işgal edilen toprak mı? Cevap evetse, o halde uluslararası hukuk ve 242 sayılı karar uyarınca İsrail o topraktan çekilmekle mükelleftir. Suriye’nin Golan Tepeleri, Batı Şeria ve Gazze Şeridi, bu topraklar arasındadır.

BMGK kararının İngilizce nüshası kadar özgün olan Fransızca nüshasında belirlilik takısı mevcut’tur; ayrıca BMKG üyelerinin büyük bir çoğunluğu, kararı, İsrail’in işgal ettiği “tüm” topraklardan “tamamen” çekilmesi gerektiği şeklinde anladıklarını müzakereler sırasında açıklığa kavuşturmuşlardır.

Ayrıca bu savı, kararın dibacesinde anılan uluslararası hukuk’taki “savaş yoluyla toprak kazanımının kabul edilemezliği” ilkesiyle bağdaştırmak mümkün değildir. BM, savaş sırasında İsrail’in işgal ettiği topraklardan bazılarını elinde tutabileceğini kastetmiştir demek, atıf yapılan bu ilkeye terstir.

Bu manasız savla bağlantılı diğer mantıki hatalara değinilebilir ama şeklen zaten saçma olduğu için bunu yapmak lüzumsuz bir iş olacaktır.
 

Efsâne – 7 İsrail ordusunun komşularına karşı askeri harekâtları sadece kendisini terörizme karşı savunma amacını taşımaktadır.

Gerçekler ise başka bir hikâye anlatıyor. Örneğin İsrail’in 1982’de giriştiği Lübnan savaşını ele alın. Siyasi analist Noam Chomsky’ın “Kader Üçgeni” adlı destansı analizinde bu askeri saldırıyı enine boyuna inceledeği üzere, bu askeri saldırı en ufak bir bahane bile olmadan yapıldı.

Bu savaşın, o vakitler Lübnan’da üslenen Filistin Kurtuluş Örgütü’nün İsrail’in kuzey kesimlerini sürekli olarak bombalamasına tepki olarak yapıldığında ısrar eden çağdaş yorumlar bir yana işi aslı şu ki FKÖ birkaç istisna hâriç, İsrail’in kışkırtmalarına rağmen yürürlükteki ateşkese uymuştu. Dahası, o vakaların her birinde ateşkesi ilk ihlal eden İsrail olmuştur.

1982’nin başlarında İsrail’in kışkırtmaları arasında Lübnan balıkçı teknelerine saldırıp batırması da var, ki Lübnan karasularını yüzlerce kez ihlal etmesi bir yana. Lübnan hava sahasını da binlerce kez ihlal etti ama Filistin Kurtuluş Örgütüne, tasarlanmış Lübnan işgaline savaş sebebi olarak hizmet edecek bir tepki verdirmeyi asla başaramadı.

İsrail 9 Mayıs tarihinde Lübnan’ı bombaladı; en nihayet FKÖ tepki vermiş, İsrail’i roket ve topçu ateşine tutmuştu.

Daha sonra Ebu Nidal adında bir terörist örgüt, Londra’da İsrail büyükelçisi Şolomo Argov’a suikast teşebüsünde bulundu. Bizzat FKÖ, Ebu Nidal ile savaşırken – bir el Fetih askeri mahkemesi, Ebu Nidal’i ölüm cezasına mahkum etmişti - ve Lübnan Ebu Nidal’in üssü olmamasına rağmen, İsrail bu olayı bahane ederek Şabra ve Şatilla mülteci kamplarını bombalayıp 200 Filistinliyi öldürdü. FKÖ, İsrail’in kuzey bölgelerini bombalayarak cevap verdi. Ama yine de İsrail, planladığı işgal için savaş sebebi olarak kullanacağı geniş ölçekli bir tepkiyi kışkırtamamıştı.

İsrailli uzman Yehoşua Porath’ın dediği gibi, İsrail’in Lübnan’ı işgal kararı, FKÖ saldırılarına tepki olmaktan çok uzak olup “ateşkese riayetten kaynaklanmıştır.” İsrail’de yayınlanan günlük Ha’aretz gazetesinde yazan Porath’ın değerlendirmesine göre “hükümetin ümidi, lojistik ve üs zemininden mahrum olan yaralı FKÖ’nün eski terörizm günlerine geri dönmesiydi…böylelikle, FKÖ edindiği siyasi meşruiyeti kaybedecek… Filistinliler arasından gelecekteki siyasi uzlaşmalar adına meşru müzakere ortağı olabilecek kimi unsurların ortaya çıkması tehlikesine darbe indirilmiş olacaktı.”

Bir başka örnek olarak İsrail’in 27 Aralık 2008-18 Ocak 2009 tarihleri arasında düzenlediği Kurşun Dökme Operasyonuna bakın. İsrail’in kuşatma altındaki savunmasız Gazze halkına saldırması öncesinde, İsrail Gazze’deki otoriteyle yani Hamas’la ateşkes antlaşması imzalamıştı. Popüler efsânenin aksine, ateşkesi sona erdiren Hamas değil İsrail’di.

Kurşun Dökme Operasyonu’nun bahanesi, batı medyasında, saldırı yapılmadan önce Hamas’ın ateşkes hilafına İsrail’e binlerce roket fırlatması olarak verildi ki mecburiydi. Hakikat ise Haziran’da imzalanan ve 4 Kasım’a kadar süren ateşkesin en başından beri Hamas tek bir roket bile fırlatmış değildi hem de İsrail’in defalarca kışkırtmasına rağmen; İsrail, Batı Şeria’da yürüttüğü operasyonları artırmış, İsrail askerleri Gazze sınırından ani ve rastgele ateş açarak birçok kişiyi yaralamış ve bir kişiyi de öldürmüşlerdi.

4 Kasım’da daha fazla sayıda insanın öldüğü hava saldırılarını düzenleyip Gazze’yi karadan işgal ederek ateşkesi ihlal eden yine İsrail’di. Hamas en nihayet roket ateşiyle cevap verdi ve o andan itibaren ateşkes fiilen bitti ve iki taraf da her gün kısasa kısas saldırılar düzenledi.

İsrail’in iyi niyet yokluğuna rağmen, Hamas Aralık ayında vadesi dolacak olan ateşkesi yenilemeyi teklif etti. İsrail bu teklifi reddedip şiddet kullanarak Gazze halkını topluca cezalandırmayı tercih etti.

İsrail İstihbarat ve Terörizm Enformasyon Merkezi’nin kaydettiği gibi, ateşkes “Necef’in batısında yaşayan nüfusa nispi sükûnet getirmiş”, çoğu İsrail’in ateşkesi ihlal ettiği ve fiilen sona erdirdiği 4 Kasım’dan sonraki bir buçuk aylık zarfında olmak üzere 329 roket ve havan saldırısı yapılmıştı. Ateşkes öncesinde düzenlenen 2.278 roket ve havan saldırısına kıyasla bahsedeğer bir tezat içindedir bu. Merkezin tespitine göre Hamas 4 Kasım tarihine kadar ateşkese dikkatlice riayet etmişti.
Eğer İsrail, Filistinli militanların roket saldırısı tehdidini azaltmayı isteseydi, basitçe ateşkesi sona erdirmeyecekti; nitekim ateşkes, Hamas’ın saldırılarını topyekûn ortadan kaldırmak dâhil bu nevi saldırıların sayısını hayli etkin bir şekilde azaltmıştı. Bunun yerine, misilleme olarak roket ve havan saldırılarını büyük ölçüde artıracağı belli olan şiddete başvurmazdı

Dahası, İsrail barışçıl araçların tükendiğini, sivil nüfusu korumak için meşru müdaafa yaparak askeri güce başvurmanın gerekli olduğunu iddia edebilse de tahakkuk eden bu değildir, ki ispatı mümkündür. İsrail kasıtlı olarak Gazze’nin sivil nüfusunu hedef aldı, meskun mahallere, hastahanelere, okullara ve uluslararası hukuka göre sivil statüsü olan korunaklı alanlara sistematik ve kasden orantısız ve hedef ayrımı gütmeyen saldırılar düzenledi.

Gazze saldırısıyla ilgili BM soruşturmasını yürüten saygın uluslararası hukukçu Richard Goldstone’un teşhis ettiği üzere İsrail’in Kurşun Dökme Operasyonu sırasında başvurduğu araçlar, beyan edilen amaçlarla bağdaşmıyordu ve daha ziyâde sivil nüfusu kasden topluca cezalandırmanın göstergesiydi.

Efsâne 8 – Toprağı Yahudilere veren Tanrıdır; dolayısıyla da işgalci olanlar, Araplar’dır.

Olay yerindeki gerçekler ne kadar çok ele alınırsa alınsın, pek çok Yahudi ve Hıristiyanı İsrail’in hata yaptığına ikna etmeyecektir çünkü İsrail’in fiillerinin ardında Tanrı’nın elinin bulunduğuna, izlediği politikaların Tanrı’nın iradesi olduğuna inanıyorlar. Batı Şeria ve Gazze dâhil Tanrı’nın Filistin toprağını Yahudi halkına verdiğine dolayısıyla da bu toprakları kuvvet yoluyla Filistinlilerin elinden almaya hakları olduğuna inanıyorlar. Onlara göre Filistinliler, toprakların haksız işgalcisidir.

Ancak kendi kutsal kitaplarının sayfalarını çevirerek bu ve benzer inançların bâtıl olduğunu ispatlayabilirsiniz. Hıristiyan Siyonistler, Siyonist inançları desteklemek için İncil’den âyetler okumaya bayılırlar:

" Lut Avram'dan ayrıldıktan sonra, RAB Avram'a, “bulunduğun yerden kuzeye, güneye, doğuya, batıya dikkatle bak” dedi, “Gördüğün bütün toprakları sonsuza dek sana ve soyuna vereceğim. Soyunu toprağın tozu kadar çoğaltacağım. Öyle ki, biri çıkıp da toprağın tozunu sayabilirse, senin soyunu da sayabilecek. Kalk, sana vereceğim toprakları boydan boya dolaş.” (Tekvin, Bap 13: 14-17)

" İbrahim'in yaşadığı dönemdeki kıtlıktan başka ülkede bir kıtlık daha oldu. İshak Gerar'a, Filist Kralı Avimelek'in yanına gitti. RAB İshak'a görünerek, “Mısır'a gitme” dedi, “Sana söyleyeceğim ülkeye yerleş. Orada bir süre kal. Ben seninle olacak, seni kutsayacağım: Bütün bu toprakları sana ve soyuna vereceğim. Baban İbrahim'e ant içerek verdiğim sözü yerine getireceğim.” (Tekvin, Bap 26: 1-3) " RAB yanıbaşında durup, “Atan İbrahim'in, İshak'ın Tanrısı RAB benim” dedi, “Üzerinde yattığın toprakları sana ve soyuna vereceğim.” (Tekvin, Bap 28:13)

Ancak Hıristiyan Siyonistler, bu ahdi anlayacakları bir bağlam sunan diğer âyetleri gözardı etmektedirler. Mesela:

“Bütün kurallarıma, ilkelerime uyacak, onları yerine getireceksiniz. Öyle ki, yaşamak üzere sizi götüreceğim ülke sizi dışarı kusmasın." (Levililer, Bap 20:22)"Ama beni dinlemez, bütün bu buyrukları yerine getirmezseniz, cezalandırılacaksınız…
Kurallarımı çiğner, ilkelerimden nefret eder, buyruklarıma karşı çıkar, antlaşmamı bozarsanız… Ülkenizi viran edeceğim, oraya yerleşen düşmanlarınız bile şaşkına dönecek. Sizi öteki ulusların arasına dağıtacak, kılıcımla peşinize düşeceğim. Ülkeniz viran olacak, kentleriniz harabeye dönecek… bu kez ben de öfkeyle size karşı çıkacağım ve günahlarınıza karşılık sizi yedi kat cezalandıracağım.” (Levililer, Bap 26: 14, 15, 28, 32-33, 28)

"RAB İsrailliler'e çok kızdı, Yahuda oymağı dışında hepsini huzurundan kovdu…Sonunda RAB kulları peygamberler aracılığıyla uyarmış olduğu gibi, onları huzurundan kovdu. İsrailliler kendi topraklarından Asur'a sürüldüler. Bugün de orada yaşıyorlar.” (2 Krallar, Bap 17:18, 23)

"Bütün bunları yaptıktan sonra 'Bana Döneceğini' düşündüm ama dönmedi. Hain kızkardeşi Yahuda da gördü bunları. Fahişeliği yüzünden dönek İsrail'i boşayıp ona boşanma belgesi verdiğim halde kızkardeşi hain Yahuda'nın hiç korkmadığını, gidip fahişelik ettiğini gördüm." (Yeremya, Bap 3:7-8)

Evet, İbrahim’in, İshak’ın ve Yakub’un Rabbi Yehova, İncil’de İsrailoğullarına toprağın onların olabileceğini söyledi eğer ki onun emirlerine itaat ederlerse. Ama ne ki İncil’in de anlattığı gibi, İsrailoğulları nesiller boyunca Yehova’ya âsi gelmişlerdir.
Yahudi ve Hıristiyan Siyonistlerin İsrail işgali lehine İncil’e dayalı savlarında yer vermedikleri şey, Yehova’nın, emirlerine karşı geldikleri takdirde bugünkü Yahudilerin (Jews) atası sayılan Yahudi kabilesi dâhil İsrailoğullarını topraklardan uzaklaştıracağını söylemiş olmasıdır.

Siyonizm adına ileri sürülen teolojik sav, seküler nokta-i nazardan zırva olmakla kalmayıp kutsal metinler nokta-i nazarından da topyekün uydurmadır ve Yehova’ya, onun Tevratına, İsa Mesih’in Yeni Ahid’deki öğretilerine karşı sürüp giden bir âsiliği temsil etmektedir.

Efsâne 9 – Filistinliler, İsrail’i yok etmek istediklerinden dolayı iki devletli çözümü reddediyorlar.

Filistinliler, İsrail’e muazzam bir ödün vererek iki devletli çözümü çok uzun zaman önce kabul ettiler. Yaser Arafat’ın kurduğu Filistin Kurtuluş Örgütü’ndeki seçilmiş temsilciler 1970’lerden beri İsrail’i tanımakta ve çatışmaya iki devletli bir çözümü kabul etmektedirler. Batı medyası buna rağmen Filistin Kurtuluş Örgütü’nün bu çözümü reddettiğini ve İsrail’i haritadan silmek istediğini 1990’lar boyunca anlatmayı sürdürdü.
 

Hamas 2006 yılında yapılan Filistin seçimlerinde iktidara geldiğinden bu yana aynı şablona yine başvuruldu. Hamas, İsrail devletinin gerçekliğini tanımasına ve Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde kurulacak bir Filistin devletine isteklilik göstermesine rağmen Hamas’ın iki devletli çözümü reddettiği ve İsrail’i yok etmeye baktığı haberlerini yayınlamak batı medyası için yine bir zorunluluktur.

Gerçekte, Hamas kurucusu Şeyh Ahmed Yasin, İsrail’in 2004 yılı başlarında suikast düzenlemesinden kısa bir süre evvel, Hamas’ın İsrail’le yanyana kurulacak bir Filistin devletini kabul edebileceğini söylemişti. Hamas o tarihten beri iki devletli çözümü kabul etme istekliliğini defalarca yinelemiştir.

Hamas 2005 yılı başlarında, İsrail’le yanyana bir Filistin devleti kurulması ve 1967 sınırlarını tanıma amacını beyan eden bir belge yayınladı.

Hamas’ın sürgündeki lideri Halid Meşal, 2006 Ocak ayında, İngiltere’de yayınlanan Guardian gazetesinde “Hamas’ın âdil bir barışa hazır olduğunu” yazdı. “Hiçbir gücün toprağımızı elimizden çalma hakkını ve ulusal haklarımızdan mahrum edilmeyi asla kabul etmeyeceğiz…fakat uzun vadeli ateşkes ilkesini kabul etmeye istekliyseniz, şartları görüşmeye hazırız” diye kaydetti.

2006 yılı seçim kampanyası sırasında, Gazze’deki en üst düzey Hamas yetkililerinden Mahmud el Zahar “Hamas’ın 1967’de işgal edilen bölgede bağımsız bir devlet kurmayı kabule hazır olduğunu” söyledi ki İsrail devletinin zımnen tanınmasıdır.
Seçilmiş başbakan İsmail Haniye 2006 yılında “Hamas’ın 1967 sınırları dâhilinde bağımsız bir Filistin devleti kurulmasını kabul ettiğini” söylemişti.

 ABD eski başkanlarından Jimmy Carter 2008 Nisan’ında Hamas yetkilileriyle buluştu ve “Hamas’ın 1967 sınırları üzerinde kurulacak bir Filistin devletini ve kapı komşusu olarak İsrail’in barış içinde yaşama hakkını kabul ettiğini” ifade etti. “İsrail’in kendisine tahsis edilen sınırlarda yani 1967 sınırlarında yaşadığını ve bitişiğinde hayâti bir Filistin devletini görmek” Hamas’ın nihâi amacıdır.

Hamas lideri Halid Meşal aynı ay şöyle söyledi: “İsrail 1967 sınırlarına çekildiği takdirde, tanımanın delili olarak 10 yıllık bir ateşkes teklifi sunduk.”
Meşal 2009 yılında Hamas’ın “1967 sınırları üzerinde kurulacak bir Filistin devletini kabul ettiğini” söyledi.

Hamas’ın İsrail devletinin varlığını topyekün reddedişten iki devletli çözüm üzerindeki uluslararası konsensüse doğru politika değişikliğine gitmesi, Filistin halk iradesinin yansımasıdır ki az buz değil. Geçen yıl Nisan ayında yapılan bir kamuoyu araştırmasına göre Filistinlilerin dörtte üçü, iki devletli bir çözümü kabul etmeye isteklidir.

Efsâne 10 – Amerika, dürüst bir aracıdır ve Ortadoğu’ya barışı getirmeye çalışmaktadır.

Boş laf bir yana, ABD, gayri meşru işgal ve diğer uluslararası hukuk ihlalleri dâhil İsrail politikalarını desteklemektedir. İsrail’in suç teşkil eden politikalarına mâli, askeri ve diplomatik destek sunmaktadır.

Örneğin Obama yönetimi, İsrail’in yerleşim politikasına karşı çıktığını alenen beyan etmiş ve kolonizasyon faaliyetlerini dondurması için İsrail üzerinde göstermelik baskı kurmuştur. Ancak İsrail uluslararası hukuka mukavemet gösterse ve yerleşim inşaatlarını sürdürse bile İsrail’e mâli ve askeri yardımda kesintiye gitmeyeceğini çok önceleri açıklamıştı. Bu mesaj, kolonizasyon politikalarını sürdüren İsrail’deki Netanyahu hükümeti tarafından hakkıyla anlaşılmıştı.

Dosdoğru bir başka örneği anmak gerekirse, ABD Temsilciler Meclisi ve Senato, İsrail’in savaş suçları işlediğini gösteren yoğun haber akışına rağmen, İsrail’in Kurşun Dökme Operasyonuna açıkça destek beyan eden kararlar geçirmişti.
ABD Senatosu ABD’nin “Hamas’a karşı savaşında İsrail’e güçlü desteğini teyid eden” kararı geçirdiği gün (8 Ocak 2009) Kızılhaç, İsrail ordusu yaralı Filistinlilere ulaşmayı engellediğinden dolayı – ki uluslararası hukuka göre savaş suçudur - çatışmanın kurbanlarına yardım edebilmesi için İsrail’den izin talep eden bir açıklama yayınladı. BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon aynı gün bir açıklama yaparak, Gazze’ye insâni yardım ulaştırmaya çalışan BM yardım konvoyuna saldırı düzenleyip iki BM çalışanını öldürmesinden dolayı İsrail’i kınadı- ki bunlar da savaş suçudur.

Temsilciler Meclisi’nin benzer bir kararı geçirdiği gün, BM, çalışanlarının, BM’e ait konvoyların, klinik ve hastahanelerin İsrail saldırılarına mâruz kalmasından dolayı Gazze’ye insâni yardımı durdurmak zorunda kaldığını açıkladı.

ABD’nin İsrail’e verdiği mâli destek yıllık 3 milyar doları aşıyor. İsrail Gazze’deki savunmasız sivil nüfusu cezalandırmak üzere saldırdığında, pilotları Amerikan yapımı F-16’lar ve Apaçi helikopterleri kullanıyor, uluslararası hukuk ihlali olan beyaz fosfor kullanmak dâhil Amerikan yapımı bombalar atıyordu.

ABD’nin İsrail’e sağladığı diplomatik destek arasında BM Güvenlik Konseyi’nde veto gücünün kullanılması da var. İsrail 2006 yazında Lübnan’ın sivil nüfusuna ve altyapısına karşı yıkıcı bir saldırı düzenlediğinde, ABD bir ateşkes kararını veto etmişti.
İsrail, Kurşun Dökme Operasyonunu düzenlediğinde, Amerika şiddete son verilmesi çağrısı yapan bir kararı geciktirdi ve karar oylamaya sunulduğunda bu kez de İsrail’i kınamak yerine çekimser kaldı.

BM İnsan Hakları Konseyi, Kurşun Dökme Operasyonu sırasında işlenen savaş suçları hakkında başında Richard Goldstone’un bulunduğu soruşturmanın bulgu ve tavsiyelerini resmen kabul ettiğinde, ABD, soruşturma bulgularını ve tavsiyelerini Güvenlik Konseyi’nin de kabul etmesi yönünde sergilenecek çabaları engelleme niyetini ifade ederek tepki verdi. ABD Kongresi, Goldstone raporunu reddeden bir karar geçirdi çünkü Goldstone raporu, İsrail’in savaş suçları işlediğini tespit etmişti.
Amerika, İsrail’e verdiği kayıtsız şartsız destek sayesinde, İsrail-Filistin çatışmasına getirilen iki devletli çözümün hayata geçirilmesini etkin bir şekilde engelledi. Sözde barış süreci, ABD ve İsrail’in onlarca yıldır Filistinlilerin self determinasyon hakkını inkar etmelerinden ve yaşayabilir bir Filistin devletinin kuruluşunu engellemelerinden ibarettir.

Çevirenin notu: Metinde geçen İncil âyetleri için kutsalkitap.org’da yer alan Türkçe tercümeden istifade edilmiştir.

Yazar hakkında: Foreign Policy Journal editörü

Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın