Her şey PKK’nın eylemsizlik kararı almasıyla başladı. Terör örgütü, 20 Eylül’e kadar eylemleri durdurduğunu açıkladı. Terör olayları sebebiyle halkın artan tepkisini fark eden Öcalan, Ramazan’da saldırıların sürmesi durumunda sıkıntının daha da derinleşeceğini gördü. Öcalan’ın tavsiyesiyle alınan bu karar, boykot konusunda ısrar eden Kandil’i ve BDP’yi çok da mutlu etmedi. Terör örgütü ve çevresi eylemsizlik kararının referanduma yönelik olumlu bir etki yapma ihtimalinden rahatsızlık duydular. Çünkü boykot kararının hayata geçmesi, çatışmaların artarak gerilimin yüksek tutulmasına bağlıydı. Terör eylemleri ise tahmin edilenden farklı bir atmosfer oluşturdu, gerilim üzerinden halkı manipüle etmek isteyen BDP zor durumda kalmaya başladı. Bu durumda anayasa değişikliği sürecini sabote ederek AK Parti’ye kaybettirecek bir formül bulmaları gerekiyordu.

PKK bunu eylemsizlik kararının ‘devletle anlaşma’ neticesinde alındığı iddiasıyla yapmaya çalıştı. Amaç, Batılı seçmende rahatsızlık uyandırarak hükümeti zor duruma düşürmek ve referandumda ‘hayır’cı cepheye destek sağlamaktı.

Görüşme polemiğinde ajandanın satırbaşlarını şu gelişmeler ve söylemler oluşturdu:

PKK 13 Ağustos tarihi itibariyle eylemsizlik kararı aldığını açıkladı. Örgüt, bu kararın gerekçesini Öcalan’ın süreç içindeki rolüyle izah etti.

Bölgedeki STK’lar bu kararı çok olumlu karşıladılar ve şu tür değerlendirmeler yapıldı:  GÜNSİAD Başkanı Şah İsmail Bedirhanoğlu: “Çatışma ortamında bölge halkı kendini baskı altında hissediyordu. Örgütün eylemsizlik kararı olumlu adım”. Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Galip Ensarioğlu: “PKK’nın kararı, silahların susması referandumu olumlu etkileyecektir. Çatışmalar ‘hayır’cıların elini güçlendiriyor. Böylece ‘evet’ oylarının artmasına vesile olacak.” Silahların sustuğu bir ortamda sandığa gidip gitmeme konusunda özgür irade ortaya çıkar”.

Muhalefet PKK’ya inanıyor

Cumhurbaşkanı Gül, 16 Ağustos’ta Azerbaycan’a giderken sorulan bir soru üzerine “Devlet terörü bitirmek için her yolu dener” diye yanıt verdi. Gül, “Devlet terörle masaya oturmaz, pazarlık yapmaz ama kurumları vardır” dedi.

Akşam gazetesi 17 Ağustos’ta Adalet Bakanı’na atfen şu sözleri manşet yaptı:

“Kamuoyunda bir algı oluşmuş, sanki Öcalan İmralı`dan örgütü yönetiyor. Hayır, bu doğru

değil. Öcalan kullanılıyor. Aslında BDP de Kandil de PKK da kullanılıyor. Öcalan dahil hepsi figüran. Öcalan bile sürekli, kullanılmaktan şikayet ediyor. Onun bir etkinliği kalmadı. Terörün arkasında uluslararası daha büyük bir sistem var.

Riskli konuları Öcalan`a söyletip onun üzerinden kamuoyu yapıyorlar.” Adalet Bakanı Sadullah Ergin, bu ifadelerin tam olarak söylediklerini yansıtmadığını ifade etti.

PKK elebaşısı Murat Karayılan, tartışmayı ateşleyen açıklamayı 18 Ağustos’ta yaparak eylemsizlik kararının ‘devletle anlaşma’ neticesinde alındığını söyledi, “Talep üzerine önderliğimiz yeniden devreye girip hareketimize mesaj gönderdi” dedi.

BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ise alınan kararın ‘evet’e faydasının olmasını engellemek için aynı gün içinde ‘boykot’a devam mesajı vererek şunları söyledi:  “Hükümetten taleplerimiz var. Yani PKK eylemsizlik kararı aldı diye biz boykot çalışmalarımızdan vazgeçmeyiz. Hükümet taleplerimizi karşılamaya yönelik ciddi adımlar atarsa müzakere süreci başlar, biz de yeni anayasayı destekleriz. Önümüzde daha uzun bir süre var. Hükümet bu süreyi iyi değerlendirmelidir”.

Böylece hem PKK ‘devletle anlaşma’ iddiası üzerinden hükümete ateş ederek ‘hayır’cılara destek oluyor, hem de BDP ‘boykot’ mesajı vererek, kitlenin ‘evet’e kaymasının önüne geçiyordu.

Muhalefet partileri, terör örgütünden gelen açıklamayı kutsal bir metine inanır gibi bağırlarına bastılar, hemen Kandil’in ipine sarıldılar. ‘Hayır’ cephesindekiler, karşı kutuplarda da yer alsalar, statükonun selameti için dar alanda güzel paslaştılar.

Başbakan Erdoğan, bu iddiayı alçakça bir iftira olarak niteleyerek kesin bir dille yalanladı. Terör örgütüyle bir pazarlık ve anlaşmanın söz konusu olmadığını vurguladı.

Bunun üzerine 22 Ağustos’taki Açık Görüş’te ‘Eylemsizlik Kararı Pazarlıkla Alınmış Değil’ başlığıyla bir yazı kaleme aldım. Yazının ana fikri, PKK ile hükümetin bir pazarlık veya anlaşma içinde olmadığıydı. Bu yazı, eylemsizlik kararının köşeye sıkışan ve halktan tepki gören PKK tarafından tek taraflı olarak alındığını, Demirtaş’ın ifadelerinin ve PKK’nın operasyonların sürdüğüne dair tepkisinin böyle bir anlaşma olmadığını teyid ettiğini, hükümetin kesinlikle terör örgütüyle bir pazarlık ve müzakere yapmasının söz konusu olmadığını anlatıyordu. Yazının bir yerinde geçen “Elbette devletin ilgili kuruluşlarının devletin cezaevinde kalan bir mahkumla ister istemez bir diyaloğu olacaktır. Bu diyaloğu bir pazarlık veya müzakere olarak yorumlamak da son derece yanlıştır” şeklindeki ifade, Öcalan’la pazarlık görüşmeleri yapıldığı şeklinde çarpıtılarak verildi. Oysa bu ifadeler, cezaevinde kalan bir mahkumla cezaevi yönetiminin veya güvenlik birimlerinin ister istemez bir diyalog içinde olacağını anlatıyordu. Bu diyalogdan kasıt, pazarlık veya müzakere şeklindeki siyasi diyalog değil, basit beşeri iletişimdi.

‘Bu ilk değil’ açıklamaları

KCK yönetimi, 23 Ağustos günü, Türk devleti adına bazı yetkili organların hükümetin de bilgisi dahilinde Öcalan’la diyalog kurduğunu açıkladı. Terör örgütü, anlaşma iddiasından vazgeçiyor, ancak diyalog olduğunu vurguluyordu. Bu açıklamanın en çarpıcı kısım, devletin operasyonları taammüden devam ettirdiğiyle ve çatışmaların sürdüğüyle ilgili bölümdü. Alınan karar tek taraflıydı ve güvenlik güçlerinin mücadeleyi bırakmasına dair bir kararı veya sözü yoktu. Üstüne üstlük PKK kendi kararına bile tam olarak uymuyor, mayınlama faaliyetlerini ve bir kısım kırsal çalışmalarını sürdürüyordu.

Aynı akşam Show TV’de bir programa katılan Başbakan Erdoğan siyasi iradenin böyle bir pazarlık içinde olmadığını tekraren şöyle ifade etti: “Biz siyasi iktidar olarak, hiçbir zaman bir terör örgütüyle görüşme yapmayız. Şu veya bu şekilde çeşitli kurumlarıyla bu tür bazı münasebetler gerekirse devlet onu kendisi yapar. Mesela, devletin istihbarat kurumu vardır. Bu bir istihbari görevdir. Bu görev de nedir, bazı kilitleri açmak içindir, çözmek içindir. Bunları yapar ama hiçbir zaman siyasi irade kalkıp da muhatap alıp masaya asla oturmaz”.

Aynı gün Bülent Arınç da (MHP’nin de iktidarda olduğu) geçmiş dönemlerde Öcalan’la devlet yetkililerinin defalarca görüştüğünü ancak bunun pazarlık sayılamayacağını ifade etti.

Terörle mücadelenin ‘her’ yolu

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 24 Ağustos’ta “Terörle sadece silahla mücadele edilmez. Yeri geldiğinde diplomasi, yeri geldiğinde TSK devreye girer” diyerek tartışmaya farklı bir boyut getirdi.

25 Ağustos’ta NTV’ye konuşan Adalet Bakanı Ergin, “Hiç kimse ulusal bir mesele üzerinden günlük polemiklere girmesin. Öcalan yakalanıp getirildiği zamandan beri güvenlik güçleri ve devletin istihbarat birimleri ihtiyaç duyulduğunda zaman zaman görüştü. Bugün başlamadı. Bu bir ihtiyaçtı AK Parti hükümeti ve siyaset kurumu asla böyle bir şeye tevessül etmez ama devletin güvenlik kurumları ihtiyaç duyulursa görüşür” şeklinde bir değerlendirme yaptı. Böylece bir kısım güvenlik/istihbarat birimlerinin, görevlerinin bir gereği olarak Öcalan’la temas kurabilecekleri, ancak bunun kesinlikle bir pazarlık ve müzakere olarak görülemeyeceği bir kez daha ifade edilmiş oldu.

Bir kısım CHP’li milletvekilleri bu polemik üzerinden hükümete yüklenirken Kılıçdaroğlu’ndan çarpıcı bir açıklama geldi. Kılıçdaroğlu, “Terör bitecekse gidilir alt düzeyde, şu düzeyde, bu düzeyde görüşmeler yapılır. Ve yapılmıştır da zaten. Sadece AKP hükümeti döneminde yapılmamıştır bu.

Daha önceki dönemlerde de yapılmıştır. Gitmiştir devlet yetkilileri, görüşmüştür... Terörün bitmesi için gerçekten sonuç alınacaksa, Sayın Cumhurbaşkanına aynen katılıyorum, (terörün) önlenmesi, uzmanlarına kalmıştır” dedi. Bölgede çok zayıf mitingler yapan Kılıçdaroğlu hem Öcalan’la görüşme olabileceği, hem de genel affın düşünülebileceği türü söylemlerle kendince Kürt seçmene sıcak mesajlar vermeye başladı.

MHP, bu polemiği can suyu olarak görerek referandumun ana malzemesine dönüştürmeye çalıştı ve çalışıyor. İşte tam da samimiyetsizlik ve ciddiyetsizlik bu noktada başlıyor. Çünkü ifade ediliyor ki, Öcalan’la en fazla temas Devlet Bahçeli’nin Başbakan Yardımcısı olduğu dönemde gerçekleşti. Bu yadırganacak bir durum da değildi. Devletin terörü sonlandırmak için cezaevinde bulunan bir mahkumu değerlendirmek istemesi veya ondan bir kısım bilgiler alması doğal görülmesi gereken bir durumdu. Bu bir taviz ilişkisi veya al-ver diyaloğu değildi. Kimse çıkıp da Bahçeli’nin örgütle masaya oturduğunu, pazarlık ve işbirliği yaptığını iddia etmedi. Bu gerçeğe rağmen MHP samimiyetsiz bir şekilde bu konuyu istismar ederek  terörle mücadele gibi bir meseleyi kampanya malzemesi haline getirdi. Çünkü eğer bir pazarlık iddia edilecekse Öcalan’ın teslim edilmesi veya asılmasının engellenmesi süreciyle ilgili edilebilirdi. Bugün ise ortada ne bir anlaşma, ne bir pazarlık, ne de bir siyasi diyalog var... KCK diyor ki, ‘operasyonlar sürüyor, devlet taammüden üzerimize geliyor’, DTK ve Ahmet Türk diyor ki, ‘boykot ilkeli duruştur’, BDP ve Demirtaş diyor ki, ‘boykot’dan dönüş yok’. Ortada ne devletin operasyonları durdurması var, ne boykottan evet’e dönen birileri... Bu kadar açık bir gerçek varken çıkıp, ‘görüşme yapıldı, eylemsizlik kararı alındı, tavizler verildi’ şeklinde bir açıklama yapmak sadece terör örgütüyle ortak söylemi dile getirmek ve ortak amaca hizmet etmek olur.

PKK ve BDP her zamanki gibi demokratikleşmeyi sabote eden bir tutum içindedir. MHP de buna çanak tutmaktadır.

BDP’nin yeni numarası, hükümetin atabileceği olumlu adımların önünü kesmek, demokratik söylemde bulunmasını engellemektir. Başbakan Erdoğan’ın 3 Eylül’de Diyarbakır’da yapacağı miting, bir pazarlık ve müzakere zeminiymiş gibi gösterilmeye çalışılmaktadırlar. Amaç, böyle bir görüntü vererek Erdoğan’ın konuşmasını baskı altına almak ve Türkiye kamuoyuna farklı bir mesaj vermektir.

Erdoğan ileri demokratik adımlardan bahsederse kendileriyle pazarlık içindeymiş  gibi göstererek Batılı seçmeni tedirgin edecekler, daha iddiasız bir konuşma yaparsa Kürt seçmen üzerinde olumsuz bir algı oluşturacaklar. BDP, bir yandan beklentiyi yükselterek hükümetin söylemini zayıflatmaya uğraşıyor, diğer yandan pazarlık unsuru haline getirerek hükümetin bir kısım adımlardan geri durmasını sağlamaya çalışıyor. BDP tamamen şark kurnazlığıyla yapıcı değil yıkıcı, kolaylaştıran değil tahrip eden bir tutum içinde...

Başbakan’ı susturma taktikleri

Bu konuyu Gülay Göktürk çok güzel değerlendirdi: Selahattin Demirtaş, ‘Başbakan’ın 3 Eylül’de Diyarbakır’da yapacağı konuşmayı bekliyoruz. O konuşmada şunları şunları söylerse, biz de boykot kararımızı yeniden değerlendireceğiz’ diyor. Erdoğan’ın Diyarbakır konuşmasında o noktalara değinmemesini sağlamanın daha garantili bir yolu olabilir mi? Siz bir ülkenin başbakanına ‘Ya şunları söylersin ya da biz boykota devam ederiz’ diye talimat vereceksiniz, o da kalkıp istediğiniz yerde, istediğiniz şeyleri söyleyecek! ... Asıl amaçlarının olmayacak şeyler isteyerek süreci tıkamak ve silahlara geri dönüşü sağlamak olduğunu düşünmek için çok sebebimiz var.”

Başbakan Erdoğan, haftalardır var olan anayasa değişikliğini yeterli görmediklerini, referandumun, yeni anayasanın önünü açacak ileri bir adım olduğunu söylüyor. BDP ise Diyarbakır konuşmasında kendi taleplerini ihtiva eden yeni anayasa vurgusu yapılması gerektiğini sanki bir pazarlık meselesiymiş gibi dile getiriyor. Yani Erdoğan’ın böyle bir söylemde bulunmasının önünü kesmek için ellerinden geleni yapıyorlar.

Kürt meselesi, demokratik açılım, anayasa değişikliği veya terörle mücadele... Hangi konuya el atarsanız, sorumsuz ve kötü niyetli bir kumpas çevrenizi sarıyor. Bu kumpasın tek hedefi var, statükoyu ve statülerini korumak. AK Parti hükümeti hem statükoya hem de sorunların devamından beslendikleri statülerini korumak isteyenlere karşı demokrasi mücadelesini amansız bir şekilde sürdürmek durumunda...

[email protected]

 Kaynak: Star