Son yıllarda neredeyse aynı tarihlerde Ankara’ya düşüyor yolum. Geçen yıl Turuncu dergisinin hikaye programına katılmıştım. Bu yıl ise Türkiye Yazarlar Birliği’nde yeni çıkan kitabım Kardeşliğin Dili üzerine konuşma fırsatını buldum. Değerli yazar, TYB Vakfı Başkanı D. Mehmet Doğan’la TYB Ankara Şubesi Başkanı Talip Işık’a ve Ankara’ya özgü Cumartesi trafiğini aşmayı başaran dostlara teşekkür ediyorum bu toplantı için.
Konuşmamı Slavoj Zizek’in “muhbir vatandaş”a bir tür özlemi ifade eden “Sıradan İnsan Volkana Karşı” başlıklı, İzlanda’dan yayılan kül bulutları örneği üzerinden bir göçe mecbur kalabilecek kalabalıklara ilişkin insani sorumluluğu tartıştığı yazısı üzerinden kurmuştum.
Yazıda öne çıkan soru şu: İzlanda kül bulutlarının da ötesine geçen ağır bir âfetle yaşanmaz hale gelseydi, halkı ne yapar, nereye giderdi? Dünya halkları İzlanda halkının göçünü kabule hazır bir durumda mıdır, maddi ve manevi açılardan acaba...
Mevcut hangi sebeplerle insanlar, yersiz yurtsuz kalmış hemcinslerine kapılarını açmaya ve onlarla ekmeğini paylaşmaya gönüllü olacak?
Çevre sorunları, göçler, insanın insana yönelik güvensizliği ve her türlü istismarın, yolsuzluğun arttığı izlenimi, liberalizm yorumlarının sebep olduğu bir tür siniklik, bireysel sorumluluğu ayakta tutmaya yardım eden bir anlamla yaklaştığı ihbar müessesesi üzerine yeniden düşünmeye sevkediyor Slovenyalı Marksist (veya yeni-Marksist) filozofu. Bu bağlamda adalette tavizsiz eşitlik, olası yasa ihlallerinin acımasızca cezalandırılması, ekolojik felaket tehditine karşı koymak gibi başlıkları kurcalıyor. İnsanların büyük çoğunluğunun bu katı tedbirleri desteklemesi, kendine ait görmesi ve uygulamalarına katılmasını ise “insanlara güven duymanın” bir gereği olarak olanaklı buluyor.
Yani insan bu tedbirlere katılacak denli sorumluluk sahibi olabilir hâlâ, ama nasıl? Zizek’in bu soruya cevabı şöyle bir ifadeyi de içeriyor: “...insanlara güvenin bir bileşimi mahiyetinde her eşitlikçi devrimci teorideki gibi önemli bir figürün zuhur etmesini teşvik etmekten korkmamalıyız. Suçluları yetkililere ihbar eden “muhbir”dir o figürün adı. “
Zizek burada maliyeye ihbarda bulunan şirket çalışanlarını örnek vererek, “Bir zamanlar buna komünizm diyorduk”, diye tamamlıyor ifadesini. (Radikal, 5 Mayıs 2010)
Liberalizm yorumlarının uygulamadaki keyfiyetinin Stalinist tedbirlere ve muhbir Stalinist vatandaşa özlem gibi bir sonuç ortaya koymasını Müslümanlar nasıl yorumlamalı? Geçmişe karışan kimi olgular biraz da olsa güzel görünüyor, bir veya birçok sebeple. Adorno’nun sözüydü bu sanırım: Kendi dönemininizin estetik temsilini gerçekleştiremezsiniz, nostaljinin tuzağına düşersiniz.
Türkiye’nin çevresine doğru genişleyen büyük bir coğrafyaya özgü kardeşlik ruhunu yeniden canlandırmanın imkânları nelerdir? TYB’ndeki konuşmamda işte bu sorulara cevap aramaya çalıştım. Üniversite öğrencisi bir dinleyici, “Kardeşliği kısaca nasıl tanımlarsınız?” diye sorduğunda ise,“Çıkar gözetmezlik” demek geldi aklıma önce.
Biz müminler arasındaki “doğruyu bildirip yanlıştan sakındırma” şeklinde ifade edilebilecek birbirini iyiye çağırma sorumluluğuna inanıyoruz. Gelgelelim bu sorumluluk uygulamada kardeşini cümle alem içinde tahkir etmekten, takvalı görüntüler üzerinden kendine iktidar alanı açmaya kadar ulaşan problemler ortaya koyabiliyor. 80’li yıllarda tebliğ ve doğruyu bildirip yanlıştan sakındırma bağlamında sürdürülen çabalar ve oluşan dil ne kadar tabii, etkin ve anlaşılırdı acaba... Doğruyu bildirip yanlıştan sakındırma konusundaki sorumluluk üzerine yeni okumalar yapmak, yeni tartışmalar açmak gerekiyor belki de...
İşin içine devlet girdiğinde hele, muhbir kardeş ola ki kardeşinin iyiliği kadar kamu düzeninin yararı ve devletin bekası adına da onu devlete ihbar veya şikayet ediyor.
“Kardeşinin iyiliği için onu devlete ihbar etmelisin. Kardeşinin iyiliği için onu Sibirya yollarına düşürmelisin. Çünkü o bir şekilde yanlış bilincin kurbanıdır.” Stalinist vatandaş böyle düşünürdü.
İhbar bir başlayınca, sonu gelmeyecektir. Hangisi iyi kardeşin kaçınılmaz ihbarı, hangisi çıkarcı kişinin hilesi; birbirine karışacaktır.
Bu konuyu Ümit Aktaş’la konuşuyoruz. O, ilkokulda beş yıl boyunca babamızın öğrencisiydi. “Babam sınıfta arkadaşını ihbar edeni dinler, ardından önce ihbar edene patlatırdı” diye, bağlıyor sözü.
15 Mayıs Cumartesi günü Esenler Meydanı’nda katıldığım kitap fuarı etkinliği sırasında genç gazeteci arkadaşım Hayrünnisa Yağcı şöyle bir örnek anlattı. Bir ilçede birkaç yıl önce baş gösteren su sıkıntısı üzerine belediye, ilçe halkını halı yıkayan komşularını ihbara çağırır. Halı yıkayan komşusunu ihbar eden kişi ya da hane, bu cürmü kanıtlayabiliyorsa bir küçük altınla ödüllendirilecektir belediye tarafından.
İlginçtir, o ilçede hiç bir hane halkı komşusunu ihbar etmemiş. Toplumumuzda kardeşlik bağlarının hâlâ gücünü koruduğunu anlatan bir gösterge midir bu? Yoksa bu örneği, sorumluluk almaktan uzak bir vatandaşlık durumunun ifadesi olarak mı anlamalıyız…
Zizek’in muhbir vatandaşa özlemi aynı zamanda, günümüzde baskın görünen toplumsal meselelere mesafeli “bireyci”lik anlayışından duyduğu sıkıntınının bir ifadesi. Kardeşinin (ve komşunun) iyiliğini istemenin onu devlete ihbardan başka yolu bulunamaz mı? Sovyetlerin çöküşünden sonra insanlığın bu soruya hâlâ ikna edici bir cevap bulmadığını düşünmek doğrusu can sıkıcı.