Öngörüleri oldukça güçlü olan Edward Said, “Filistin hakkındaki gerçekleri söylemek ve İsrail’in arkasındaki yıkıcı gücü göstermek konusunda bir tabu söz konusu. Yalnızca bu gerçek ortaya çıktığında özgürleşebiliriz.” demişti.

Birçok insan için, artık gerçekler ortada. Sonunda farkına vardılar. Ancak bu insanların bir kere gözleri korkarsa, artık öteye bakamazlar. Olanları televizyonlarından, dizüstü bilgisayarlarından veya telefonlarından izlemeleri, İsrail’e ve İsrail’e yol gösteren ve tedarik desteği sağlayan büyük yıkıcı güçlerin barbarlığına bir kanıt niteliğinde. Bu bu büyük suçta hem Birleşik Devletler’in hem Avrupa devletlerinin korkaklığının hem de Kanada ve Avusturalya gibi devletlerin gizli anlaşmaları rol oynuyor.

Gazze’ye yapılan saldırı aslında hepimize yapılmış bir saldırıdır. Gazze’yi ele geçirmek, hepimizi ele geçirmek demektir. Filistinlilere karşı yapılan adaletsiz davranışlar, insanlığın günden güne büyüyen yeni bir dünya savaşı tehdidi altındaki olduğunun bir belirtisidir.

Nelson Mandela Filistin mücadelesi için “günümüzün en önemli ahlak meselesi” dediğinde, gerçek bir medeniyet adına konuşuyordu, imparatorlukların icat ettiği medeniyet adına değil. Latin Amerika’da; Brazilya, Şile, Venezuela, Bolivya, El Salvador, Peru ve Ekvator, Gazze’ye için ayağa kalktı. Bu ülkelerin her biri kendi sessizlikleriyle ortaya çıkmıştı. Gazze’deki çocukların ağlamalarına, onları öldürmek için daha fazla cephane ile cevap veren Washington’daki “Godfather”, aynı güçler tarafından desteklenen toplu katliam için gerekli bağışıklığı sağladı.

Netanyahu ve onun katliamcı güçlerinin aksine, Washington’un Latin Amerika’daki gözde faşistleri hiçbir zaman ahlaki bir kaygı gütmüyorlardı. Kolayca katledip, ölü bedenleri çöplüğe bırakıyorlardı. Siyonizm için de amaç aynı; insanları yoksun bırakmak ve eninde sonunda tüm toplumu yok etmek. Burada, Holokosttan kurtulan 225 kişi ve onların soyundan gelen kişilerin yaşadıkları soykırımın doğuşu ile bir kıyaslama yapılmaktadır.

Siyonistlerin kötü bir üne sahip olan 1948’deki “D Planı”ndan beri hiçbir şey değişmedi. İsrail bununla, bir etnik temizlik uygulamayı planlıyordu. Son dönemlerde, Times of Israel’in websitesinde soykırıma karşı hoşgörülü yaklaşım sergileyen ifadeler yer almaktadır. Bir Knesset (İsrail parlamentosu) Başkan Vekili olan Moshe Feiglin, insanların kitlesel olarak toplama kamplarına gönderilmesini talep eden bir yasa önerisi sundu. Bir koalisyon hükümeti partisi üyesi olan Milletvekili Ayelet Shaked ise, “küçük yılanlar” olarak tanımladığı bebekleri doğurmalarını engellemek için Filistinli anneleri katletmeye yönelik çağrı yaptı.


Haber muhabirleri yıllardır, İsrail askerlerinin Filistinli çocuklara yaptığı eziyetleri izliyorlar. Hoparlör aracılığıyla yaptıkları sözlü tacizlerden sonra ateş ederek öldürüyorlar. Haber muhabirleri yıllardır, hastanelerin önüne kurdukları barikatlarla doğum yapacak kadınların girişini engelleyerek bebeklerin ve hatta bazen annelerin nasıl öldüklerini görüyorlar.

Haber muhabirleri yıllardır, İsrailli komutanların, Filistinli doktorlanın ve kurtarma ekiplerinin yaralıları kurtarmaya veya ölüleri almaya çalıştıklarında, kafalarına sıktıklarını biliyorlar.

Haber muhabirleri yıllardır, hayat kurtarıcı tedavilerin engellenmesinden dolayı ıstırap çeken insanları veya kemoterapi kliniklerine ulaşmaya çalışan insanların öldürüldüklerini görüyorlar. Bir defasında, bastonla yürüyen yaşlı bir kadın sırtına gelen bir mermi nedeniyle bu şekilde öldürülmüştü.

İsrail başkanının üst düzey danışmanı Dori Gold’a bu vahşetten söz açtığımda “Ne yazık ki, her türlü savaş halinde, istemeden öldürülen siviller olacaktır. Ama sizin bahsettiğiniz durum terör değildir. Terörizm kasıtlı bir şekilde sivil halkın hedef alınmasıdır.” dedi.

“Olan şey tam da bu” diye cevapladım.

“Hayır” dedi “böyle bir şey hiçbir zaman yaşanmadı.”

Bu tür yalanlar İsrail savunucuları tarafından her zaman itinayla tekrarlanır. New York Times’ın eski bir muhabiri olarak, Chris Hedges, böyle bir vahşetin haberinin yapılmasının her zaman “çapraz ateş saldırısı” ile sonuçlandığına işaret ediyor. Orta Doğu hakkında yazmaya başladığımdan beri, Batı medyasının bu konuyu görmezden geldiğini daha iyi anladım.

Filmlerinden bir tanesinde, Filistinli bir kameraman olan Imad Ghanem, “dünyanın en ahlaklı ordusu”nun askerleri iki bacağını birden uçurduğunda yapabileceği hiçbir şey yoktu. Bu vahşetin haberi BBC’nin websitesinde sadece iki satır verilmişti. Gazze’ye yapılan son kanlı saldırıda, İsrail tarafından on üç gazeteci öldürüldü. Hepsi Filistinliydi. İsimlerini kim duydu?

Artık bir şeyler değişti. Dünya çapında bu duruma büyük tepkiler gösteriliyor. Duyarlı liberal düşüncenin endişeli seslerini duyabiliyoruz. Bu kişilerden eskiden duyduğumuz “Ama iki taraf da kendine göre haklı.” veya “Sonuçta İsrail’in kendini savunma hakkı var.” gibi söylemler artık inandırıcılığını kaybetmiş durumda. Aynı şekilde anti-semitizmi kötüleyen konuşmalar da azalıyor. Fanatik İslamcılık ile ilgili “bir şeyler yapmak gerekiyor” diye sızlanıp, Fanatik Siyonistler için hiçbir şey yapmayan ayrımcı tepkiler de sona eriyor.

Gazze’deki çocuklar bombalanarak parçalanırken duyarlı özgürlükçü seslerden biri olan yazar Ian McEwan, Guardian tarafından bilgeliğinden ötürü göklere çıkarılıyordu. Aynı Ian McEwan bir zamanlar, Filistinliler Jerusalem Edebiyat Ödülü’nü kabul etmemesini rica ettiğinde, reddetmişti. “Eğer sadece tasvip ettiğim ülkelere gitseydim, muhtemelen asla yatağımdan çıkamazdım.” demiştir McEwan. Eğer konuşabilselerdi Gazze’deki ölüler muhtemelen şöyle cevap verirdi: Yatağında kal büyük yazar; ırkçılık, ayrımcılık, etnik temizlik ve cinayet yatağını yumuşatan mevcudiyetin için... Ödülü almak için sarfettiğin bu kurnazca kelimelerin hiçbir önemi yok.

Liberal propogandaların saçmalığını ve gücünü anlamak, İsrail’in zulmünün neden devam ettiğini, neden dünyanın sadece seyrettiğini, neden İsrail’e karşı hiçbir yaptırım uygulanmadığını ve neden İsrail’e ait her şeyin toptan boykot edilmesinin bir ahlak ölçümü meselesi haline geldiğini idrak etmek için önemli bir anahtardır.

En yaygın propoganda Hamas’ın Israil’i yıkmaya teşebbüs ettiğini söyler. Cambridge Üniversitesi’nde akademisyenlik yapan Khaled Hroub, Hamas’a dair dünyayı yönetme söylemlerini kastederek, “En radikal demeçlerinde bile, Hamas tarafından hiçbir zaman kullanılmamış veya benimsenmemiş” olduğunu söyledi. “Sık sık üzerinde durulan 1988’deki ‘Yahudi karşıtı’ tüzük, sadece bir kişinin yaptığı bir çalışmadır ve Hamas henüz mutabakat sağlamadan kamuya sunulmuştur. Yazan kişi ‘eski kafalı’lardan biridir.” Belge bir utanç kaynağı olaran ele alınmakta ve asla üzerinde durulmamaktadır.

Hamas defalarca İsrail’e, 10 yıllık ateşkes teklif etmiş ve iki devlet arasında suların durulması için uğraşmıştır. Korkusuz Yahudi Amerikan aktivist Medea Benjamin Gazze’deyken; Hamas liderlerinden, Başkan Obama’ya, Gazze yönetiminin İsrail ile barış sağlamak istediğini açıkça belirten bir mektup iletti. Bu mektup görmezden gelindi. Benim de kişisel olarak bildiğim iyi niyetle yazılmış fakat görmezden gelinen veya reddedilen böyle birçok mektup var.

Hamas’ın bağışlanamaz suçu aslında neredeyse hiçbir zaman yazılmayan ayırt edici bir üstünlüğe sahip; insanlar tarafından demokratik olarak ve özgürce seçilmiş tek Arap yönetimi. Daha kötüsü, artık Filistin yetkisinde olan bir birlik hükümeti kuruldu. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, İnsan Hakları Komisyonu ve Uluslararası Ceza Mahkemesi için en korkutucu tehdit olan tek ve güçlü bir Filistin birliği.

2002’den beri, Glasgow Üniversitesi’ne bağlı öncü bir medya birimi, İsrail ve Filistin’de dikkat çekici bir habercilik ve propaganda çalışması yürüttüler. Profesör Greg Philo ve meslektaşları televizyon haberciliği tarafından örtpas edilerek yürütülen toplumsal cehaleti fark ettiklerinde şaşkına dönmüşlerdi. Herkes televizyon izliyordu fakat konuyu bilen çok az kişi vardı.

Greg Philo problemin aslında “önyargı”dan ibaret olmadığını söyledi. Gazeteciler ve yapımcılar Filistinlilerin çektikleri acılardan herkes gibi etkilenmişti. Ama asıl etkileyici olan devletin bir uzantısı olarak medyanın iktidar yapısı ve onun kazanılmış menfaatleriydi. Medya, ciddi meseleleri ve tarihsel bağlamı sürekli olarak bastırıyordu.

İnanması zor ama, Profesör Philo’nun ekibinin görüşme yaptığı genç izleyicilerin yalnızca yüzde dokuz kadarı İsrail’in işgalci bir güç olduğunun farkındaydı. Ve yine sadece bu oran illegal yerleşimcilerin Yahudi olduğunu biliyordu, çoğu bunların Filistinli olduğuna inanıyorlardı. “İşgal Edilmiş Topraklar” teriminden nadiren bahsediliyordu. “Cinayet”, “Vahşet”, “Soğukkanlılıkla öldürmek” gibi kelimeler sadece ölen İsraillileri anlatırken kullanılıyordu.

Bir BBC muhabiri olan David Loyn son dönemlerde, başka bir İngiliz gazeteci olan ve Channel 4 News’te çalışan Jon Snow’a karşı eleştirel bir tutum sergiliyor. Snow, Gazze’de gördüklerinden çok etkilenmiş ve insanlara çağrı yapmak için YouTube’a başvuruyor. BBC muhabirini ilgilendiren şey ise Snow’un protokolu bozması ve YouTube’ta duygusal bir paylaşım yapmasıdır.

“Duygu bir propaganda aracıdır ve bir habercinin propaganda yapmaması gerekmektedir.” diye yazmıştır. Sizce bunu ciddi bir suratla mı yazmıştır? Aslında Snow’un konuşması soğukkanlıydı. Onun suçu “tarafsızlık” aldatmacasının sınırlarının dışına sapmasıydı. Kendini sansürlemedi ve bu affedilemezdi.

1937’de, Adolf Hitler iktidardayken, Londra’da The Times’ın editörlüğünü yapan Geoffrey Dawson günlüğüne şunları yazmıştı: “Gecelerimi (Alman) hassasiyetini zedeleyecek her şeyi dışarı çıkararak ve onları sakinleştireceğini düşündüğüm küçük şeyler hazırlayarak geçirdim.”

30 Temmuz’da, BBC kanalı izleyicilerine ders niteliğinde bir program sundu. Newsnight programının diplomatik muhabiri Mark Urban, Orta Doğu’nun neden bu kadar karıştığıyla ilgili beş tane neden söyledi. Hiçbiri İngiliz hükümetinin bu konudaki tarihi veya güncel rolünü içermiyordu.Cameron hükümetinin İsrail’e gönderdiği 8 milyar Euro değerindeki silah ve askeri teçhizat söylenmedi. İngiltere’nin Suudi Arabistan’a ağır silahlar temin ettiği söylenmedi. İngiltere’nin Libya’nın yıkımındaki rolü söylenmedi. İngiltere’nin Mısır’daki zulmü desteklediği söylenmedi.

İngiltere’nin Irak ve Afganistan’a yönelik saldırılarına gelince, ikisi de aslında olmadı

Bu BBC programındaki tek bilirkişi London School of Economics’ten Toby Dodge adında bir akademisyendi. İzleyicilerin bilmesi gereken şey Dodge’un, Irak ve Afganistan’daki felaketlerde büyük sorumluluğu olan Amerikan General David Petraeus’un özel danışmanı olduğuydu. Ama bu da söylenmedi.

Savaş ve barış konularında, BBC tarzındaki tarafsızlık ve güvenilirlik yanıltmacaları kamusal tartışmaları sınırlandırmak ve kontrol etmek için çarpıtma magazin haberlerinden daha etkililer. Greg Philo’nun belirttiği gibi, Jon Snow’un YouTube’daki dokunaklı yorumu İsrail’in Gazze’ye saldırısının makulluğunu ve uygunluğunu sınırlandırıyordu. Gözden kaçan ve aslında neredeyse her zaman gözden kaçırılan şey ise modern zamanların en uzun askeri işgali olması gerçekliğidir. Washington’dan Londra’ya, Canberra’ya Batı hükümetleri tarafından desteklenen bu işgal aslında tam aksine cezalandırılması gereken bir girişimdir.

Tek başına ve savunmasız bir halde kalmış olan İsrail’in etrafının düşmanlarla çevrilmiş olduğuna dair mitle ilgili ise, İsrail’in aksine aslında stratejik müttefik devlet tarafından çevrildiğini söyleyebiliriz. ABD tarafından parasal kaynak sağlanan, silahlandırılan ve yönetilen Filistinli yetkililer, uzun zamandır Tel Aviv ile gizli bir anlaşma içindeydi. Güvenliği sağlamak için Mossad’a güvenen Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Katar tiranlıkları Netanyahu ile omuz omuza durmakta.

Direnç göstermek, insanlığın en cesur ve soylu davranışıdır. Gazze’deki direniş haklı olarak Yahudilerin 1943’teki Varşova Getto Ayaklanması ile karşılaştırılıyor. Bu ayaklanmada yıkıcı askeri gücü kandırmak ve şaşırtmak için mevzilenme taktikleri ve tünel kazma gibi araçlar kullanılmıştı. Varşova ayaklanmasının hayatta kalan son lideri olan Marek Edelman Filistin direnişine bir dayanışma mektubu yazdı. Mektupta bu direnişçileri kendi getto mücadelecileri olan ZOB ile kıyaslamıştır. Mektubuna “Filistin ordusunun, paramiliter kuvvetlerinin ve gerilla hareketinin komutanları ve [Filistin’deki] tüm askerlere.” diye başlamıştır.

Norverçi bir doktor olan Mads Gilbert, Gazze’de kahramanca çalışmaları ile ünlendi. 8 Ağustos’ta, Dr. Gilbert memleketi olan Norveç’teki Tromso şehrine geri döndü. Nazilerin Tromso’yu yedi yıl boyunca işgal ettiğini anlatıyordu. “1945’e geri döndüğünüzü hayal edin. Norveçteyiz, özgürlük mücadelesini kazanmamış, işgalcileri dışarı atmamışız. İşgalcilerin ülkemizde kalmaya devam ettiğini hayal edin. Yıllar boyunca parça parça ülkeyi ele geçiriyorlar. Ve bizi en verimsiz bölgelere sürüyorlar. Denizdeki balıkları, altımızdaki suları alıyorlar. Hastanelerimizi, ambulans görevlilerimizi, okullarımızı, evlerimizi bombalıyorlar.”

“Ümitsizliğe düşüp, teslim bayrağını mı çekerdik? Hayır, çekmezdik! Ve şimdi Gazze’de olan da tam da bu. Bu terörizm ve demokrasi arasındaki bir savaş değil. Hamas düşman değil, İsrail savaşıyor. İsrail Filistinli insanların direnme amacına karşı savaş açıyor. Burada bir onur meselesi olduğu için, Filistinliler asla razı olmayacaklar.”

“1938’de, Naziler Yahudileri Untermenschen (alt insan) olarak tanımlıyordu. Bugün de herhangi güçlü bir tepki almadan onları katlederek, Filistinlilere alt insanlarmış gibi davranılıyor.”

“Bu yüzden özgür bir ülke olan Norveç’e döndüm. Bu ülke özgür çünkü bir direniş hareketimiz vardı, çünkü işgal edilen ulusların direnmeye hakları vardır. Silah bile kullanabilirler. Bu uluslar arası hukukta belirtilmiştir. Ve Filistin’deki insanların direnişi takdir edilesidir. Tüm insanlık için bir mücadeledir.”

Bu gerçeği dillendirmek, Edward Said’in bahsettiği “son tabu”yu çiğnediği için aslında tehlikelidir. Palestine Is Still the Issue adlı belgeselim bir İngiliz akademi ödülü olan Bafta’ya aday gösterilmiş- Bağımsız Televizyon Komisyonu (Independent Television Commission) tarafından “dürüst habercilik” örneği olduğundan ve “araştırdığı konuya gerekli özeni göstermiş olduğundan” dolayı oldukça methedilmiştir. Ama filmin İngiltere ITV’de yayınlanmasının ilk dakikalarından itibaren bir şaşkınlık dalgası yayıldı. Benim için “şeytan psikopat”, “kötülük ve nefret sağlayan” “en tehlikeli cinsten Anti-semitist” gibi tanımlamalar yapan bir mail yağmuru başladı. Birçoğu ABD’deki filmi görmesi mümkün bile olmayan Siyonistler tarafından düzenleniyordu. Ölüm tehditlerinin ardı arkası kesilmiyordu.

Benzer bir şey geçen ay Avustralyalı eleştirmen Mike Carlton’un da başına geldi. Sydney Morning Herald’daki düzenli köşesinde, İsrail ve Filistin hakkında Carlton eşine az rastlanır bir gazetecilik örneği gösterdi. Zülmeden insanları ve onların kurbanlarının kim olduklarını saptayarak aktardı. Bu saldırısını “gururlu liberal geleneğe” bağlı “Netanyahu’nun katı sağ kanat partisi olan Likud’un hâkim olduğu yeni, acımasız bir İsrail” diyerek sınırlandırıken oldukça tedbirli bir şekilde hareket etti.

Ve saldırı tufanı başladı. “Nazi yanlısı” ve “Yahudi düşmanı ırkçı” olarak tanımlandı. Defalarca tehdit edildi ve sayısız küfür maili aldı. The Herald gazetesi özür dilemesini talep etti. Geri çevirdiğinde ise işten uzaklaştırıldı ve görevinden ayrılmak zorunda kaldı. Herald editörü Sean Aylmer’a göre şirket “köşe yazarlarından daha yüksek standartlar beklemekte”ydi.

Carlton’un, Rupert Murdoch’un bölgedeki basının yüzde yetmişini kontrol ettiği ülkedeki (Avustralya dünyadaki ilk “murdochracy” örneği) iğneleyici sözleri ve sık sık tek başına çıkan liberal sesi “problem”i iki kez çözülmüş olurdu. Avustralya İnsan Hakları Komisyonu Carlton hakkındaki şikâyetler için, Irk Ayrımcılığı Yasası altında soruşturma başlattı. Bu yasa insanların ırkına, rengine ya da milli veya etnik kökenine dayanarak “bir kişiyi ya da bir grup insanı rencide etmeyi, aşağılamayı veya kişinin/kişilerin onurunu kırmayı” yasaklamaktadır.

Carltons’ı tüketen yer olan emniyetli ve sessiz Avustralya’nın aksine, Gazze’de gerçek gazetecilik yaşamaya devam etmektedir. Olağanüstü becerilere sahip, genç Filistinli gazeteci Mohammed Omer ile sık sık telefonda konuşurum. Kendisi 2008’de benim takdim ettiğim Martha Gellhom Gazetecilik Ödülünü kazandı. Gazze saldırıları sırasında onu aradığımda, drone’ların ve patlayan füzelerin seslerini duyabiliyordum. Dışarıda, bombardımanın ortasında kurtarılmak için bekleyen çocukların yanına gittiği için o gün konuşmamız yarım kaldı. 30 Temmuz’da, onunla tekrar konuşmamızdan hemen önce, bir İsrail F-19 uçağı 19 çocuğu katletmişti. 20 Ağustos’ta ise, İsrail drone’larının bir köyü nasıl yok ettiğini ve insanları nasıl vahşice vurduğunu anlattı.

Muhammed her gün, güneşin doğmasıyla birlikte bombalanan aileleri arar. Hikâyelerini kayıt altına alır, enkaz halindeki evlerine gelir, fotoğraflarını çeker. Hastaneye gider. Morga girer. Mezarlığa gider. Kendi ailesi için ekmek kuyruğuna girer. Ve gökyüzünü seyreder. Bana günde iki, üç bazen dört rapor gönderir. İşte bu gerçek gazeteciliktir.

“Bizi yok etmeye çalışıyorlar.” dedi bir keresinde. “Fakat onlar bizi bombaladıkça, biz daha da güçleniyoruz. Asla kazanamayacaklar.”

Gazze’de yaşanılan büyük vahşet bize daha geniş ve hepimize yönelik bir tehdit içeren bir şeyi hatırlatıyor.

2001’den beri, Birleşik Devletler ve müttefikleri öfkeden kıyameti koparıyor. Irak’ta bunun sonucu olarak, en az 700.000 erkek, kadın ve çocuk öldürüldü. Sonuç; daha önce ortada yok iken ülkede cihatçıların yükselmesiydi. Eskiden El-Kaide olarak şimdi ise İslam Devleti olarak bilinen modern cihatçılık ABD ve İngiltere tarafından icat edilmiş, Pakistan ve Suudi Arabistan tarafından da desteklenmiştir. Temel hedef, Arap birliği hareketlerini ve seküler hükümetleri zayıflatmak için, Arap dünyasının birçok yerinde varlığını zorlukla sürdüren İslami köktenciliği geliştirmek ve kullanmaktı. 1980’lerle birlikte, bu durum Afganistan’daki Sovyet Birliği’ni yıkan bir silah haline geldi. CIA bunu Siklon Operasyonu olarak isimlendiriyor. Fakat bu siklon dizginlenemeyen öfkesiyle kendi yaratıcılarının yüzlerine geri püskürdü. 11 Eylül ve Temmuz’da Londra Saldırıları ile 2005 yılı bu geri püskürmenin sonuçlarıydı. Ve şimdi de Amerikan gazeteciler James Foley ve Steven Sotloff’un tüyler ürperten cinayetleri… Bir seneden fazla bir süredir, Obama yönetimi, bu iki adamın daha sonra IŞİD olarak bilinecek olan katillerine, Şam’daki seküler yönetimin yıkılması için silah sağlıyordu.

Batı’nın bu emperyal kargaşadaki başlıca müttefiki, kelle uçurmanın düzenli ve yasal olarak uygulandığı ortaçağ devleti Suudi Arabistan’dır. İngiliz Kraliyet Ailesi üyelerinden biri ne zaman bu barbar yere gönderilse, İngiliz yönetiminin petrodolar için şeyhlere daha çok uçak ve füze satmak istediğinden emin olun. 11 Eylül saldırılarını düzenleyen hava korsanlarının çoğu, Suriye’den Irak’a birçok cihatçıya parasal kaynak sağlayan Suudi Arabistan’dan gelmiştir.

Neden böyle bir ebedi savaş devletinde yaşamak zorundayız?

Cevap doğrudan doğruya gizli ve raporlanmamış darbelerin gerçekleştiği Birleşik Devletlerde yatıyor. Dick Cheney ve diğerlerinin fikirleriyle ortaya çıkmış, Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi olarak bilinen bir grup, George W. Bush yönetimi ile birlikte iktidara geldi. Washington’da bir zamanlar “çılgınlar” olarak bilinen bu müfrit beyin takımı ABD Uzay Komutanlığının “Her açıdan hakimiyet”ine güveniyor.

Bush ve Obama altında, devletin her birimine bir 19. yüzyıl emperyal zihniyeti aşılandı. Katıksız bir militarizm yükselmeye başlarken, diploması da önemini kaybetti. Diğer uluslar ve hükümetler rüşvet, tehdit veya çeşitli yaptırımlar aracılığıyla, genişlemek için kullanılabilecek bir araç olarak görülmeye başlandı.

31 Temmuz’da Washington’da yapılan Milli Savunma Paneli Birleşik Devletler’i eşzamanlı ilerleyecek altı büyük savaş için hazırlanmaya çağıran dikkat çekici bir rapor yayımladı. Listenin başında büyük nükleer güçler olan Rusya ve Çin vardı.

Rusya’yla savaş zaten bir bakıma başladı. Dünya dehşete kapılmış bir şekilde İsrail’in Gazze’ye saldırılarını izlerken, benzer bir vahşetin doğu Ukrayna’da da gerçekleştiğinden güçlükle haberimiz oldu. Tam bunları yazarken, Ukrayna’daki iki Rus şehri, Donetsk ve Luhansk, kuşatma altına alındı. İnsanları, okulları ve hastaneleri Kiev rejiminin düzenlediği hava saldırısıyla bombalandı. Bu rejim iktidara Neo-Nazi’lerin öncülüğünde ve Birleşik Devletler’in desteği ve maddi yardımıyla gerçekleşen bir darbe ile gelmişti. Bu darbe Rus siyasi gözlemcisi Sergei Glaziev’in “Ukraynalı Nazi’lerin Rusya’yı hedef alarak hazırladığı” diye bahsettiği şeyin doruk noktasıydı. Fiili faşizm Avrupa’da yeniden yükseldi ve tek bir Avrupalı lider bile bu konuda tek bir kelime etmiyor. Çünkü belki de faşizmin Avrupa’da yükselmesi artık telaffuz edilmeye cüret edilecek bir gerçeklik değildir.

Geçmişteki ve günümüzdeki faşizmiyle Ukrayna artık CIA’in bir eğlence merkezi ve NATO ile IMF’nin bir sömürgesi. Kiev’de Şubat ayında gerçekleşen faşist darbe, ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı darbe bütçesini 5 milyar dolara çıkaran Victoria Nuland için övünç kaynağıydı. Ama bir terslik vardı. Moskova, Rusça konuşan Kırım’daki hakkı olan Karadeniz Deniz Üssü’nü ele geçirmesini engelledi. Bunun üzerine bir referandum yapıldı ve ele geçirildi. Batı’da Kremlin Taarruzu olarak sunulan şey, ilgiyi bu gerçekliğe yönlendirdi ve Washington’un hedeflerini koruma altına almış oldu: “dışlanmış” Rusya ve onun Avrupa’daki ana ticaret ortaklarıyla arasını açmak ve nihayetinde Rusya Federasyonu’nu yıkmak. Amerikan füzeleri Rusya’nın etrafını sardı bile. NATO ordusunu önceki Sovyet cumhuriyetleri ve doğu Avrupa ülkeleri zamanında yaptığı gibi genişletti ve İkinci dünya savaşından beri en büyük orduyu kurdu.

Soğuk Savaş döneminde nükleer bir holokost olabilme riski vardı. Bu risk, Avrupa ve ABD’de gittikçe büyüyen bir histeri kaynağı haline gelen, Rus karşıtı bir yanlış bilgilendirme politikası olarak geri döndü. Temmuz’da bir Malezya havayollarına ait bir uçağın vurularak düşürülmesi bunun klasik bir örneği. Tek bir kanıt olmadan ABD ve NATO ittifakları ve bunların medya araçları, Rusya’daki etnik “ayrımcılar”ı suçladı ve sonuçta bunun sorumlusunun Moskova olduğunu ima etti. Bir The Economist yazarı, Vladimir Putin’i kitlesel cinayetle suçladı. Der Spiegel kurbanların yüzlerini kullanarak kırmızı harflerle “Stoppt Putin Jetzt!” (Putin’i derhal durdurun!) yazdı. New York Times’ta Timothy Garton Ash ise “Putin’in ölümcül doktrini” için, kişisel hakareti tercih ederek “fareye benzeyen yüzüyle kısa, tıknaz bir adam” dedi.

The Guardian’ın rolü önemliydi. Araştırmalarıyla ünlü gazete, Moskova’nın dünyadaki diğer ülkeler kadar şaşırdığını gösteren ve yolcu uçağının büyük ihtimalle Ukrayna rejimi tarafından düşürülmüş olabileceğine dair güvenilir kaynaklardan gelen yoğun bilgi kaynaklarına rağmen uçağı kimin ve neden vurduğunu tahlil eden herhangi bir ciddi girişimde bulunmadı. ABD uydularının vurulma anını görüntüleyebilmesine rağmen, Beyaz Saray’ın herhangi bir doğrulanabilir kanıt sunmaması, The Guardian’ın Moskova muhabiri Shaun Walker’ın görevi yerine başkasının getirilmesine neden oldu. Walker’ın Igor Bezler ile yaptığı soluk kesen ropörtajı “İzleyicilerim, Donetsk “Şeytan”ı ile birlikte” başlığıyla baş sayfa manşeti olarak verildi. “Mors bıyığı, öfkeli mizacı ve gaddarlık şöhreti ile” diye yazdı “Igor Bezler, doğu Ukrayna’daki tüm ayaklanma liderlerinin en çok korktuğu kişidir…takma adı ‘Şeytan’… Eğer Ukrayna güvenlik servisi, SBU, “Şeytan”ın ve adamlarının Malezya Havayollarının MH17 kodlu uçağını düşürdüğüne inanırsa… sözde MH17’nin düşürülmesinin yanı sıra, isyancılar 10 adet Ukrayna Hava aracını da düşürdüler.” “Şeytan” Gazetecilik için daha iyi bir kanıta gerek yoktur.

“Şeytan” Gazetecilik, Kiev’de, sağlam bir “geçici hükümet” olarak yönetimi ele geçiren faşistlerce kirletilmiş bir cuntayı yeniden yazıyor. Neo-Nazi’ler sadece “milliyetçi”lere dönüşüyor. Kiev cuntasına kaynaklık eden “haberler”, ABD’nin yürüttüğü darbe ve cuntaların, doğu Ukrayna’da Rusça konuşan insanlara yönelik sistematik etnik temizlik baskısını sağlama alıyor. Bunun sınır bölgesinde Rusya’yı istila eden gerçek Naziler vasıtasıyla, yaşayan 22 milyon Rus’u bastırmasıyla, gerçekleşmesi gerekir. Önemli olan, Ukrayna’da bir Rus “istilası” olduğunun kanıtlanmasının Colin Powell’ın Birleşmiş Milletler’e Saddam’ın kitle imha silahına sahip olduğunu“kanıtlamak” için kurmaca sunumu hatırlatan benzer bir uydu görüntüsünden daha zor görünmesidir. Bir grup eski, kıdemli ABD İstihbarat yetkilisi ve analizcisinden oluşan VIPS (aklıselim için uzman emekli istihbaratçılar), Alman Başbakan’ı Angela Merkel’e “Ukrayna’da büyük bir Rus istilası olduğuna yönelik suçlamaların güvenilir istihbaratlarca destekleniyor gibi görünmediğini bilmesiniz.” diye yazdı.

Jargon “anlatıyı kontrol eder”. Edward Said ufuk açıcı Kültür ve Emperyalizm adlı kitabında bunu daha açık bir şekilde ifade etmiştir: Artık, yalnızca bir “kablo” ile, insanlığın pek çoğunun bilincinin derinliklerine nüfuz etmeyi başarabilen Batı medya mekanizmasının etki alanı, 19. yüzyılın emperyal donanmaları kadar geniştir. Diğer bir değişle, “gambot gazetecilik”. Ya da medya tarafından açılan savaş.

Nihayet, ciddi bir kamusal istihbarat ve propagandaya karşı direnç oluştu. Bunun sonucunda da ikinci bir süper güç ortaya çıktı: internet ve sosyal medya tarafından körüklenen bir kamuoyu gücü.

Medya bekçileri tarafından sunulan yanlış haberlerle yaratılan yanlış gerçeklik, bazılarımızın bu yeni süper gücün, Amerika’dan Avrupa’ya, Asya’dan Afrika’ya, ülkeden ülkeye yayılarak hareketlendiğini bilmesini engelleyebilir. Bu Edward Snowden, Chelsea Manning ve Julian Assange gibi muhbirlerin örnek teşkil ettiği, ahlaki bir başkaldırıdır. Peki, hala zaman varken sessizliğimizi bozacak mıyız?

Gazze’ye en son gittiğinde, İsrail kontrol noktasına geri döndüm, dikenli tellerde iki Filistin bayrağı görüntüsü yakaladım. Çocuklar birbirine bağladıkları sopalarla bayrak direği yapmış ve bir duvara tırmanarak aralarında bayrağı tutmuş.

Çocuklar bunu etrafta yabancılar olduğunda yapıyor çünkü var oldukları dünyayı göstermek istiyorlar. Canlı, cesur ve ve yenilmez bir şekilde…

Bu makale John Pilger’in, 11 Eylül 2014’te, Adelaide, Avustralya’da verdiği Edward Said’i Anma Konferansından uyarlanmıştır.

Dünya Bülteni için çeviren: Cansu Gürkan