Alin Taşçıyan Soljenitsin'in 'Gulag Takımadaları' bir sahaf tezgahında eskidikçe tatlılaşmış kokusuyla cezbetmişti beni. Herhalde daha ortaokul öğrencisiydim 'The Gulag Archipelago'yu bulduğumda. Gulag nedir bilmiyordum, Soljenitsin'i tanımıyordum. Gulag'ın ne olduğunu öğrenmek ve Soljenitsin'i tanımak hayranlıkla izlediğim, bütün karşılaşmalarda tuttuğum sporcuların; yeni yeni keşfetmeye başladığım Dostoyevski'nin, Puşkin'in, Tolstoy'un, dinledikçe coştuğum Çaykovski'nin, TRT'de yayınlanan temsillerini izlemeye doyamadığım Bolşoy'un ülkesine, Nazım'a kucak açan yere dair enikonu bir düşkırıklığına uğratmıştı beni.
Sosyalizm rüyası da pekala totalitarizme dönüşebiliyordu. Hem de ne dönüşmek! Bir düşünce, bir kuşku, bir ihbar uğruna eti tırnaktan ayırarak, insanları sevdiklerinden, evlerinden, işlerinden, kimbilir nice zahmetle kurdukları hayattan kopararak gulaglara kapatıyordu. Yıllarca soğuk ve çorak bir Sibirya tundrasında ağır işçilik yaptırıyordu. Modern zamanların kürek mahkumlarıydı SSCB'deki rejim karşıtları.
Soljenitsin konumundan dolayı bir Moskova hapishanesindeki mahkumiyetinin ardından bir Kazakistan köyünde öğretmenlik yaparak, Özbekistan'da çalışarak, kanser olduğunda çok başarılı bir tedavi görüp amansız diye bilinen bu hastalığı yenerek direndi her şeye.
Değerleri siyah-beyaz çocuk aklıyla ideal gördüğüm bir rejim parçalanıyordu 'Gulag Takımadaları'nı okudukça. Totalitarizmin, tahakkümün, tahammülsüzlüğün, acımasızlığın boyutlarını kavradıkça kafamda kurduğum bir dünya yıkılıyordu. Ama onu yıkan Soljenitsin yazdıkları değil elindeki gücü zorbalığa dönüştürenlerin yaptıklarıydı. Soljenitsin ne yıktı ne yıprattı sosyalizmi olsa olsa daha iyiye, daha insani olana doğru gitmesi için kendi elinden geleni yaptı.
Sonraları Soljenitsin hakkında birçok şey daha okudum. Uzun saçlı, uzun sakallı, çok, çok hazin bakışlı fotoğraflarını gördüm. Bir keşişi andıran Soljenitsin objektife hiç gülümsemiyordu. Rejimi yıkmak için kararlı bir ajan hali yoktu, bir yazardı, bir düşünürdü. İdeolojisi, kafa yapısı her ne olursa olsun ideallerinden ödün vermeyen bir entelektüeldi.
Batı'da bir özgürlük savaşçısı olarak alkışlanıyordu. Komünistlerin kirli çamaşırlarını ortaya döküp yayılma tehditlerine karşı Batı'ya kalkan olmuştu. Ama bir fırsatını bulup iltica edenlerden değildi. Çağımızın bir sürgünüydü, her yerde hep yabancı olan. Önce kendi ülkesinde sonra Batı'da sürgün yaşamıştı. Stalin'in sırf bir mektubunda kendisini eleştiriyor diye sekiz yıl bir gulagda hapsettiği Soljenitsin, yazmaktan ve fikirlerini yaymaktan hiç vazgeçmemişti. Kruşçev, Stalin dönemine sünger çekmek istediği dönemde itibarı iade edilmiş ama sonra rüzgar dönünce devleti onu hain sayıp vatandaşlıktan çıkarmış ve sınır dışı etmişti. Halkının gözünde ise öncelikle bir yazardı kitapları gizli gizli de olsa okunan. Bu sayede rejim yıkılır yıkılmaz doğduğu topraklara geri dönebildi. Vatandaşlık hakkını geri alabildi.
Artık ne kahramandı ne hain, ülkesine kavuşmuş bir sürgündü sadece. Salt bir rejim karşıtı olmadığını da Rusya'nın demokratikleşme sürecindeki vahim hataları dile getirerek gösterdi. Gerçek bir yurtseverin ne rejim şakşakçısı ne oportünist olduğunu, her daim haktan yana bir muhalif kimliğini koruduğunu gösterdi.
Ve günü geldi ne kadar çile çekerse çeksin kopamadığı toprağın ta derinine sonsuza dek girdi binlerce okuru tarafından uğurlanarak.
Frankfurt Kitap Fuarı
Türkiye'nin en değerli yazarlarından birkaçı Frankfurt Kitap Fuarı'na katılmayacaklarını kamuoyuna açıkladı. Ahmet Oktay, Leyla Erbil, Füsun Akatlı, Nezihe Meriç, Demir Özlü, Enver Aysever, Pınar Kür ve Tahsin Yücel imzasıyla duyurulan metinde 'AKP iktidarına ve onun Kültür Turizm Bakanı'na güvenmedikleri ve yazar örgütlerinin bu fuar katılım sürecinde şeffaf olmadığı, çok ciddi kaygılar üretecek ölçüt sorunuyla karşı karşıya oldukları' söyleniyor.
Kitaplarıyla düşünce dünyamızı ve edebiyat zevkimizi biçimlendiren bu yazarların iktidara güvensizlik duyması gayet doğal. Sanatçıların her daim siyasi iktidara muhalif olması gerekir, görüşlerine yandaş dahi olsalar. Montesquieue iktidarı ele geçiren herkesin onu kötüye kullanmaya meyil ettiğini yazar, bu meyle karşı uyanık olmak her aydının görevi. Ancak söz konusu Frankfurt Kitap Fuarı gibi uluslararası bir etkinlik olduğunda ve bu etkinlikte her ulusun temsili esas alındığında elbette iktidar ve iktidar olmayan ayrımı ortadan kalkmalı ve ulusal düzeyde temsil sağlanmalı. Bu bir haktan çok bir görev aslında. Eğer iktidar belirli bir kesimi ya da bazı bireyleri, kendisine yakınlığı nedeniyle kayıracak ya da karşıtlığı nedeniyle dışlayacak olursa buna topluca itiraz etmemiz gerekir. Ama kapı herkese açıksa ve biz sırf bir ideolojik çatışmadan dolayı kendi payımıza düşeni yapmazsak ancak hakkımızdan boş yere feragat etmiş oluruz. Oysa o hak bize bir kürsü veriyor, o kürsüden konuşmak, yazmak, düşüncemizi uygar biçimde yaymak mümkün.
Değerli yazarlarımızın AKP'yi tutmadığını biliyoruz ama iktidardaki parti CHP ya da MHP ya da mecliste grubu bulunmayan bir başka parti olsa güven duyabilecekler miydi? Keşke böyle bir dönemde parti ayrımı yapmadan gerekçelendirselerdi kaygılarını. Başka iktidarlar dönemindeki Kültür ve Turizm Bakanlıkları'nın uygulamaları şeffaf mıydı, ölçütleri sağlıklı mıydı? Frankfurt Kitap Fuarı'nda Türkiye'nin bütün yazın dünyası eksiksiz ve hakkıyla temsil edilmesi ve bu temsili en iyi, en güzel, en doğru biçimde yapılması hepimiz için büyük önem taşıyor
Kaynak: Star