Haber bültenlerinde ağlamazsınız. Fakat birkaç gece önce, bir kahraman bir kez daha hayatını kaybederken, ekranın karşısında gözlerim doldu. Teğmen Mark Evison’ın annesi, Channel 4 News’den, oğlunun son saatlerini gösteren görüntüleri yayımlamasını istemişti. Daha 26’sında olan Evison, 18 ay önce Taliban saldırdığında müfrezesinin başındaydı. Yardım istemek için telsiz bağlantısı kuramadı, tekrar denemek için açığa çıktı. Bir mermi omzuna isabet etti. Adamları onu üsse götürdü ve acil durum helikopteri istedi. 20 kilometre uzaktaki hastaneye yetiştirilebilseydi, cerrahlar onu muhtemelen kurtarabilirdi. Fakat helikopterin gelmesi 94 dakika sürdü. Evison kan kaybından öldü.
Annesi filmin gösterilmesini istedi, çünkü hâlâ iki sorunun cevabını arıyordu. Telsiz sinyalleri, oğlunun görüşme yapabilmek için kendisini tehlikeye atmasına neden olacak kadar zayıf mıydı ve daha hızlı bir tıbbi müdahale hayatını kurtarabilir miydi? Savunma Bakanlığı’nın yaptığı bildik açıklama son derece rahatsız edici. Telsiz görüşmelerinin ‘kapsamlı dökümü’ verildi, yani telsizler çalışıyordu. (O zaman Evison niye kendisini hedef haline getirdi?) Ve saniyeler içinde gelse bile hiçbir helikopter ona yardım edemezdi: ‘Hayatta kalamayacak’ kadar ağır yaralıydı. Elbette kötü teçhizata, beceriksiz askeri bürokrasiye öfkelenebilirsiniz. Fakat Evison’ın ölüm anlarının görüntüleri teçhizat ve yardıma gelme süresiyle ilgili soruların ötesine gidiyordu. Bu, Hollywood’un bile hayal edemeyeceği tarzda bir savaştı: Gerçek kaos, gerçek cesaret, gerçek ölüm.
Kuzey Kıbrıs’ta, ateş hafiflediğinde, Kıbrıslı bir Türk’ün bahçesindeki çukurun dibine baktığımı ve delik deşik olmuş üç genç Türk’ün yattığını gördüğümü hatırlıyorum. Hindistan ve Pakistan yine savaşa tutuştuğunda Cammu bölgesinde piyade cesetlerinin yanında, ineklerin ve öküzlerin şişmiş cesetlerini gördüğümü hatırlıyorum.
Evison, bu anlamda tarih boyu verilen milyonlarca kurbandan sadece biri. İnsanoğlunun peşini bırakmayan en karanlık yok edici, savaş... Fakat artık öfkenin de karıştığı acı, böyle büyük bir çılgınlığa dair bildik tepkinin ötesine geçiyor. Bazen savaştan kaçamazsın, savaşmak zorundasındır. Peki
Afganistan’da da böyle mi? Bu kendine has savaşta, bu kendine has gerekçeyle de böyle mi? Gerekçelerin günden güne daha da gülünçleştiğini görmeniz için illa bir yardım görevlisinin öldürülmesi ve bir kurtarma görevinin berbat edilmesi gerekmiyor. Geçen hafta ABD yönetimi Kongre’ye son derece cılız bir rapor gönderdi. Beyaz Saray en yakın çıkışı ararken sağa sola tosluyor. Arta kalan bazı şahinler, konvoyların havaya uçtuğunu ve ikmal hatlarının bloke edildiğini seyrederken, Pakistan’ı işgal etmekten dem vuruyor.
Hayır, buralardaki tek ‘tartışma’ NATO’nun çekilme tarihine dair pazarlıktan ibaret. Bazıları, mesela Hollandalılar, çoktan çekip gitti. Amerikalılar gelecek yıl eve dönmeye başlamak istiyor. Britanya Başbakanı David Cameron da bu alçak, başarısız girişimin altına son çizgiyi çekmek konumunda herkes kadar hevesli. Çekilme anı son derece yakın. Ve Mark Evison’ın son anlarının ağlatmasının asıl sebebi de bu.
Bu kadar çok cesaret, sadakat, adanma; bu kadar çok genç hayatın sönmesi. Fakat Londra, Brüksel ya da Washington’da pahalı takımlar içindeki başka genç adamlar, bir kez bile üniforma giymemiş adamlar, sahte zafer ilan etmek ve Afganları kendi başlarına bırakmak için ne kadar vakit geçmesinin siyaseten kabul edilebilir olduğunu tartışıyor. Askerlerin gereksiz yere ölmesi dehşet verici. Onlardan bile bile boş yere ölmelerinin istenmesi alçaklık. (10 Ekim 2010)
Kaynak: Radikal