Cihan Aktaş

Sınır derken Ağrılar’ın gözetimindeki havaliyi kastediyorum. Yazdığım bir kitap için otobüsle Türkiye’nin bağrından kimbilir kaçıncı kez geçiyor,  Doğubeyazıt  Ovası’na varıyorum.  Soru sorma fırsatı  yakalamaya çalışıyorum yolculara, mola yerlerinde esnafla, yoldan geçenlerle söyleşmeye çalışıyorum; planıma göre bu son keşif yolculuğu. Kitabımı geliştirmek için bu yoldan defalarca geçmem şart mıydı…  Kendimi Mahfil’in 18 Ocak 2008 tarihli sayısında Osman Çakmakçı’nın anlattığı toplayıcılara benzetiyorum.

“Kazıyıcılarla Toplayıcılar” başlıklı yazısında Çakmakçı, şairleri şiir yazma tarzlarına göre işte böyle ayırıyor: Kimisi kazıyarak, kimisi de toplayarak kurar mısralarını. Şiir (kültür) her iki anlamda da bu kategorilerin eseri. Elbet Çakmakçı “kazıcılar”ı yeğ tutuyor. Ben yeteri kadar iyi ve derin kazamadığım, alelacele toplamakla kaldığım için bu yolları arşınlamaya devam ediyor olmalıyım. 

Saat henüz erken, öğle üzeri. Mavi formalı çocuklar yollarda.  Şöför sigara alışverişi yapıyor. Muavin mazot bidonları indiriyor bagajdan. Fazla mazot buralarda bir yerlere satılacak. Sınırın öte yakasında ucuz mazot nasılsa.  Koşeroğlu Market’in kapısının önündeki dondurma kasası yanında durmuş yoldan geçen otobüsleri izleyen kırmızı çizgili tişörtlü çocuk, niye okuldan dönen mavi formalı akranları arasında değil ki… İyilik dolu, aydınlık bakışları pencerelerde geziniyor. Bu saatte Ağrılar zirvelerindeki karları görünmez kılan kara dumana karşılık neşeli görünüyorlar bana, şen şakrak hatta. Bunu ovadaki yansımalarına bakarak söylüyorum. Hasat bitmek üzere, bundan ileri gelen sarı kızıl bir hareketlilik var.  Ovanın her zamanki manzarası sürülerle tamamlanıyor. Bir sürü o taraftan geliyor çan sesleri eşliğinde, bir diğeri öte taraftan, hâlâ kepenek giymekte ısrar eden çobanıyla. Ovaya serpiştirilmiş kovanları da ihmal etmeyelim. Step bitkilerini andıran dikenlerin rengarenk çiçeklerinin değerini en fazla arılar biliyor.

Saat 12.10. Güneş tam tepede.  Solda Ağrılar,  yapışık kardeşler  gibi elele, ovayı süzmeye devam ediyor.

Gürbulak’a 20 km. var. Monoton bir yolda sessizce ilerliyor otobüs. Gümrük binaları sanki apansız beliriyor önümüzde. Otobüs içinde bir muşamba poşet hışırtısı yükseliyor. Kadınlar başörtülerini, pardösülerini çıkartıyorlar tıkıştırdıkları köşelerden. Kimisi şalını başına atıyor, kimisi şimdilik boynuna dolamakla kalıyor.

Bavulum tekerlekli de olsa zorlanıyorum gümrük binasına girerken. O koşup yardım etmeye çalışıyor. Kavruk, avurtları çökük bir adam, hafif çekik gözlü; aslında kırmızı olduğu anlaşılan tişörtü bozarıp kına rengine bürünmüş.  Gümrükte bu taşıma işinde çalışan elemanlar var; onlardan biri sanıyorum. Yok, onun işi döviz bozmak, bütünlemek. Dolara çevirmek ister miyim Türk liralarını… Tümene ihtiyacım var mı…

Z.  45 yaşında, dört çocuk sahibi. Döviz işiyle uğraşıyor, ama bu havalide işsizliğin sayısız adından biri de bu. Eline geçen para boğaz tokluğuna bir hayatı idame ettirmeye bile yetmiyor. Aile çevresinin yardımlarıyla ayakta durmaya çalışıyor. Çocuklar okul çağında. Okutmaya çabalıyor, ama bakalım nereye kadar…

Birkaç soru sormak istiyorum, gazetede yazacağımı söyleyerek. Cevap veriyor: İşin aslında çocukları okutmaya pek hevesi yok. Çocuklar da bu hevesten yoksun. Bakmayın siz kampanyalara, diyor. Öyle bir şeyler yapıyorlar, ama bize değmiyor. Bizim buralarda öğretmenler öğrencilere önyargılı. Devlet çaba gösteriyor ya,  memur zihniyeti kolay değişmiyor. Akşam gelsen bizim eve, görürsün, ben öğretiyorum çocuklara o günkü dersleri. Kendim beşinci sınıfa kadar devam edebildim anca, sonraları gazete okumaya meraklı olduğum için öğrendim bir şeyler.  Okumaya devam etmek istemez miydim, isterdim elbet. Öğretmenim ders saatinde kahveye gider çay içerdi, siz gidin top oynayın, derdi. Hepsi aptal değil ya öğrencilerin, kafası zehir gibi çoğunun. Ama zihniyet şu: Bu Kürt, ne işe yarar. Örgüte gidecek, memleketi parçalayacak.

Önümüz kış. Çetin oluyor buraların kışı. Hükümet kömür dağıtıyor fakirlere, yiyecek dağıtıyor. Açılımı destekliyor Z. Bölünmeyi parçalanmayı istemiyor.  Ama hükümet de fakirlere bir şeyler dağıtmakla kalmamalı. İşsizlik var.  Bir fabrika kurarsın buralara, işte o zaman hakiki açılımı gerçekleştirmiş olursun.

İş yok, fabrika yok; başka ne yapabilir Z.; daha iyi bir iş nasıl mümkün…  Göçüp gitmeyi hiç düşünemiyor bu yaştan sonra…  “Yapmazlar buralara fabrika” diyor. Dalıp gidiyor gözleri. Çocukları da kendi kaderini tekrarlayacak.  Oğlanlardan biri okuldan kaçıp kaçıp geliyor.  Öğretmen okutmaya hevesli değil ki… Çocuk da boşveriyor. Kendisine kıymet veren yok, anlıyor.
İnan abla, diyor, yalanım yok. Niye inanmayayım… Yenilerde www.dünyabizim.com’da Değirmen dergisi Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Doğan ile yapılmış bir söyleşide okudum. İlkmektebi, Ağrı’da tahsil etmiş Doğan. “Mektep bitince Balıkesir’e anneannemin yanına orta mektebi tahsil etmeye gittim. Orada fark ettim: Türkçe konuşmayı öğrenmem gerekiyor.”

Ana dilini yasaklıyor, resmi dili doğru dürüst öğretmekten de kaçınıyorsunuz. Dört çocuklu Z.’nin yüzü elbet kaygı çizgileriyle kaplanır.

Konuştukça açılıyor Z. Ekmek buzdolabı dağıtmakla olmaz ki… Fabrika lâzım buralara, iş alanı lâzım, ne bileyim. Mektebe gitmeyen çocuk nereye gider? Devlet bunu düşünürse devlettir. Biz ayrılmak istemiyor, iş istiyoruz. Niye ayrılalım? Et tırnaktan ayrılır mı?

Ben bir kapıya yönelirken o elini sallıyor. Tam sınır çizgisini geçerken seslendiğini duyuyorum: Unutulmuşuz buralarda. Kim kime dumduma. Sen yine de ismimi yazma abla.

Peki, merak etme, zaten yazmayacaktım, diyorum, beni duyduğuna emin olmadan. Bir yolcu kafilesi girdi aramıza, bütün şamatasıyla. Mühürler basılıyor, dağılan bavullar toparlanıyor. Ağrılar ise hâlâ orada, görkemli ve ketum, sınırdaki hareketliliği süzüyorlar. Ben sonuncu kapıdan geçerken aklımın geride, babaları işsiz, çocukları okula hevessiz adımlarla giden evlerin –hâlâ, her şeye rağmen-  tercümeye muhtaç cümlelerinde kalmasının tanığı oluyorlar.