Mütekabiliyet kavramı bu ülkenin siyasi diline Lozan Antlaşması sonrasında girdi.

Bu kavramla kastedilen şey, antlaşmaya taraf olan ülkelerin kendi vatandaşları arasında yer alan azınlıklara 'doğru' davranmalarının sağlanmasıydı. Söz konusu 'doğru' davranış ise esas olarak bu kişilerin çoğunluk mensupları kadar eşit vatandaşlar olmalarını ve kendilerini idame ettirecek koşulların devlet tarafından desteklenmesini içeriyordu. Diğer bir deyişle 'mütekabiliyet' iki farklı ülkenin kendi vatandaşlarının bir bölümüne uygulamak zorunda oldukları şartlar açısından geçerli bir terimdi. Örneklersek, Yunanistan'ın oradaki Müslümanlara vatandaşlık haklarını bütünüyle tanımasını, Türkiye'nin ise buradaki gayrimüslimlere aynı şekilde bu hakları vermesini ima ediyordu. Dolayısıyla meselenin esası hakların sağlanmasıydı. Mütekabiliyet ise iki ülkenin bu davranışının ulus-devlet bağlamında 'eşitlenmesini' ifade etmekteydi. Kısacası 'mütekabiliyet' bir neden değil, sonuçtu... Ülkelerin mütekabiliyet var diye azınlıklara eşit davranması beklenmiyordu. Onların zaten eşit davranmaları gerekiyordu ve mütekabiliyet sayesinde bu davranışın ulus-devlet bağlamında bir sürekliliğe dönüştürülmesi hedefleniyordu.

Ama herkesin bildiği üzere devletler buna uygun davranmadı. Türkiye neredeyse Lozan'ın ertesi gününden başlayarak Antlaşma'yı ihlal etti ve bu ihlal politikasını 'millileştirdi'. Aynı şey Yunanistan'da da yaşandı... Her iki ulus-devlet de diğerinin olumsuz örneklerini kendilerine gerekçe yaptılar. Böylece mütekabiliyet bir 'neden' haline geldi. Diğer ülkenin kendi azınlığına yaptığı kötülüğü fırsat bilen ülke, aynı uygulamayı kendi azınlığına yaptı. Otoriter zihniyete dayanan ulus-devlet mantığı, kendisine doğal hedef olarak etnik homojenizasyonu aldı ve her fırsatı etnik öteleme, bastırma ve temizlik yönünde kullandı.

Kürt meselesi ülke içi bir alternatif ulusallaşmayı ifade ettiği ölçüde bu zararlı 'mütekabiliyet' yaklaşımından nasibini aldı. PKK'nın 'devletimsi' bir niteliğe sahip olmasıyla birlikte, sanki kendi mukabil azınlıklarına sahip iki devlet karşı karşıya geldi. Devlet 'Kürtlere' ne yaparsa, PKK'nın da 'Türklere' aynını yapması normal ve meşru sayıldı. Bunun tersi de doğruydu... Devlet de devlet olmanın anlamını unuttu ve PKK'nın eylemlerinden hareketle tüm 'Kürtleri' rencide eden tasarruflara meyletti. Ne var ki bu 'ilişki' iki ulus-devlet örneğinden epeyce farklı bir toplumsal tabana oturmakta: Her iki siyasi odağın karşısında iç içe geçmiş, çok etnikli bir yapı bulunuyor. Azınlık meselesinde olduğu gibi hukuken ayrımlaşmış ve tanımlanmış cemaatler yok. Ama bu karşılıklı siyaset neredeyse böyle bir sonuç yarattı... Başka bir ifadeyle, devlet ile PKK arasındaki 'mütekabiliyete' oturtulan şiddet ilişkisi, toplumu cemaatleştirdi. Kürtler devlet nezdinde, Türkler ise PKK nezdinde 'vatandaşlıktan' uzaklaştılar, ötekileştiler ve kendi 'evlerinde' azınlık haline geldiler.

Oysa her iki odağın dilinden 'birliktelik' kelimeleri dökülmeye devam etti. PKK epeyce bir zamandan bu yana ayrılıkçı nüansları terk ederek, Türkiye'nin bütünlüğü içinde Kürt kimliğine yer aradığını savundu. Devlet ise zaten milliyetçi kaygılarla aynı bütünlüğün savunucusuydu. Bugün söz konusu milliyetçi yaklaşımın törpülenip, çokkültürlü bir çerçeveyi ima etmeye başlaması, birliktelik duygusunu daha da meşrulaştırıyor. Ancak ortaya konan siyaset bu söylemi açıkça reddediyor. Çünkü her iki taraf da karşılıklı olarak iyi örneklerden değil kötü örneklerden hareket ediyor. Diğerinin her olumsuz uygulaması, kendi 'vatandaşını' ötekinin ajanı kılıyor. Daha önemlisi her iki taraf da topluma karşı taşıdıkları ahlaki sorumluluğu görmezlikten gelerek, bir tür 'devletlerarası ulusçuluk' oyunu oynuyorlar.

Ne var ki şiddeti olumlayan bu zararlı 'mütekabiliyet' yaklaşımı, etnik temelli cemaatleşmenin, toplumsal ayrımlaşmanın ve 'birlik bütünlüğün' bozulmasının da garantisidir. Çünkü 'şiddet siyaseti' gerçekte vatandaşlığın inkârıdır... Hem şiddet uygulamak hem de birlik bütünlükten söz etmek ise riyakârlık...

Devlet de Kürt siyaseti de bugüne dek söz konusu bilinçsizliği sergiledi. Burada 'bilinçsizliği' koşulların getirdiği idrak edilmeyen bir hata olarak, dolayısıyla düzeltilebilir, içinde olumlu bir nüve bulunabilecek bir tutum olarak düşünüyorum. Çünkü aksi halde, eğer ortada her iki tarafça da 'bilinçli' bir davranış varsa, bunun siyasi adı ancak 'ihanet' olurdu...

Kürt meselesinde şiddeti merkeze alan ulus-devletçi paradigmadan sıyrılmak, mütekabiliyet kavramının Lozan'daki işlevine dönmek gerekiyor. Devlet, siyasi parti veya sivil toplum kuruluşu, her siyasi aktör karşısında kendi 'vatandaşları' olduğunu, bunların çeşitli kalıplara sığdırılamayacağını ve kendi kimlikleri, hakları, özgürlükleri konusunda tepeden belirlenme ile yönetilemeyeceklerini görmek zorunda. Çözüm şiddette mütekabiliyet aramaktan değil, 'vatandaşı' fark etmekten geçiyor.