Geçtiğimiz Pazar günü Ali Emiri Kültür Merkezi’nde Türkiyeli dostlarınca hazırlanan Ali Şeriati’yi Anlama ve Tanıma  paneline katıldım. Panel dediğiniz normal olarak katılmayı pek tercih etmediğim,  nice hazırlığın ardından hepi topu 15-20 dakikalık bir konuşma şansı sunan bir katılım; eserleri, konferans notları Türkçe’ye 60’a yakın isimle tercüme edilmiş bir yazarın, düşünürün ufkunu kısacık bir sürede ne kadar anlatabilirsiniz ki… 

Ali Şeriati’nin sesinden okunan dua da programa dahildi. Söz konusu olan, kitleler üzerindeki etkisi üzerine akademik çalışmalar yapılmış bir ses.  Okunan duanın meali ise aradan geçen onca yıla rağmen hâlâ etkileyici. Müslümanlar işte öylesine yürekten yükselen ve tevhidi bir duyarlığı yansıtan bir duayı canla başla okusalardı, Libya vahşeti yaşanmaz, Suriye çifte şantajı karşısında ise çaresizlik hissiyle donakalınmazdı.

Benim panel konuşmam “Ali Şeriati’nin hayatında, fikriyatında ve imgeleminde kadın” başlığını taşıyordu. Şeriati’yi anlama ve tanımada kadın konusu kimilerine göre sıcak gündem maddeleri dikkate alındığında o kadar da öncelikli bir başlık olmayabilir. Oysa tam tersine, modern dünyada kadın meselesi alanında çağdaşı hiçbir düşünürün yapmadığı kadar çarpıcı, zor ve geçen bunca zamana rağmen kıymetten düşmeyen tespitleri nedeniyle de Şeriati’nin sunduğu ufuk kadın meselesi bağlamında çok rahatlıkla seçilebilir gibi geliyor bana.

Hem yetiştiği toplumun kültürüne vakıf, hem de Batı ve Doğu kültürlerini iyi bilen bir düşünür olarak geleneksel külliyatın bir başka türlü okunabileceğini gösterdi Şeriati, modernist arzlarla varlıklarının ufalandığını hisseden Müslüman toplumlara.

Şeriati’nin kıdemli takipçileri kadar genç okurlarıyla da kısa sohbetler ettim, panelin bitiminde.  Şöyle bir soru çıktı önüme: Düşünürümüz bugün yaşasaydı Suriye üzerine neler söylerdi? Benim kişisel kanaatime göre mirasını “kitap, özgürlük ve yoksulluk” olarak tespit etmiş olan Şeriati hayatta olsaydı, bugün seslenmelerine izin verilmeyen, despot rejimlerin bekası adına öldürülmeleri sıradanlaşan kesimlerin safında olurdu. 

Tarih ve toplum bizi sürekli yanıltıyor ve yeniden mevzi almaya zorluyor. Ezberlerle bir yere kadar idare edebiliyor taklitçi zihinler. Yeni durumu eski şablona uydurmaya çalışırken kırılıp dökülüyor anlamlar. 

İşte, Suriye konusu, tuhaf bir manzara sunuyor ilgilenenlere. Bir tarafta öldürülen direnişçi ya da hain olduğu tartışılan insanlar, diğer tarafta ABD tarafından koruma altına alınan Yemen diktatörü örneğinde bir tür meydan okumayla sürdürülen girişimlerle BOP adına çökmeye zorlanan direniş cephesi… İsrail’in Suriye’de iktidar değiştiği takdirde azınlıkta olan Alevilerin korunması için Golan Tepelerini açacağını deklare etmesini de ekleyince, çifte şantajla inleyen ülke daha da puslu bir manzara sunuyor. 

 Bu durumda Şeriati olsa nasıl bir yol tutardı acaba? Doğrusu cevabı kolay verilemeyecek bir soru bu. Ancak kimse böyle güç bir soruya canı hiçe sayılan insanları bir dava adına kurban adayarak cevap verme hakkını da kendinde bulamamalı. Despotizme ve faşizme karşı duyarlığı aşikar olan bir düşünür her şeyden önce Suriye cinayetlerine direniş denklemi hesabına kayıtsız kalamazdı. Hiçbir sağlam düşünürün de daha yaşarken ölmesi kararlaştırılan canları paranteze alarak yerleştiği  fanusta antiemperyalist sloganlar atmaya hakkı olmamalı. Hangi can daha değerli, buna kim nasıl karar verebilir? Yere serilen, işkence yüzünden çektiği acıyla yükselen sesi arşı titreten o adam direnişçi mi, hain mi, uzak bir bakışla nasıl hüküm verebilirsiniz…

Bu nedenle de ben böyle bir çifte şantaj karşısında sadra şifa cevabın, öncelikle kurtarılması gereken katle yazgılı canların güvenliği adına hazırlanmasını değerli buluyorum.

Bunun anlamı basit bir alımlamayla direniş cephesinin hafife alınması hiç değil. Libya kıyımı henüz hafızalarda ve Suriye’yi kurtarma emeline dönük Batı siyaseti Libya örneği üzerinden okunduğunda, kanların oluk oluk akacağını ve çatışmaların türlü adlarla geniş dönemlere yayılmasının pek muhtemel olduğunu bildiriyor bize. Sadece Müslümanların işte bu noktaya gelinebileceği hiç hesaba katılmadan sürdürdükleri tepkilere dayalı muhalefet geleneğinin (ve “düşman” üzerinden siyaset, varlık hatta kimlik geliştirme kolaycılığının) vahim sonucu, Şeriati gibi öngörülü aydınlardan yoksun bulunmakla çok alakalı geliyor bana.  Her şeye rağmen  masum bir insanın pekâlâ kurtarılabilecekken ölüme terkedilmiş canı, âhıyla arşı titreten bir zulmü haber verdiği için, her şeydir.  Üstün Bol’un bu bağlamda yazışmalarımız sırasında ifade ettiği gibi, meseleye analitik bakmaya çalışılınca insani yaralar göz ardı ediliyor. Bir insanı öldürenin bütün insanlığı öldürmüş olacağı hesaba katılmıyor şematik bakışlarda.

Oysa “teyakkuz hali” tam da Şeriati’nin duruşunu ifade ediyor. Orada muhalifini susmaya zorlayan bir rejim vardı, bunu görmek için Tunuslu işportacı öğrenci Muhammed’in infilakını beklemek mi gerekirdi?

Ağır bedel ödemeyi gerektiren seçimlerdir ki trajediyi oluştururlar.  “İslam’da trajedi yoktur” şeklindeki” huzurlu” tespit açısından Suriye ağır bir sınav.  

“Durum” tarafından biçimlenme, çorak ülke arazilerinin kaderi olmalı. Bu trajik konuma düşmemek için bir de o ihmal edilmiş köşeden bakmak gerekir manzaraya. Şeriati’nin görüşünde aydın, kendini eleştirmekten hiç vazgeçmeyen biri. Müslüman ülkelerin “dini” kaynaklı bir toplumsal itibar edinmiş  aydınlarında ise kendini eleştirme hatta eleştirdiğinin cevabına kulak vererek fikirlerini gözden geçirme  tevazusu ender rastlanan bir meziyet.

Şeriati okumak onu anlamak anlamına gelmiyor her zaman. O girdiği ortamlarda kurulu/ayarlı bilinçleri rahatsız edecek konuşmalar yaptığı için çirkin, tekfire kapı açan sıfatlarla suçlanır ve susturulmak istenirdi. Öyleyse Şeriati okuru her şeyden önce, kendisini rahatsız eden, tedirgin eden sorular karşısında bir şekilde  düşünceyi, karşıt görüşü, özellikle de aykırı fikri susturma yoluna gitmemesi gerektiğini bilen kişidir.

İdeolojilerin kitlelerce alımlanması sürecinde yaşadığı tahribatı gözlemlerken fikirlerinin anlaşılma ve uygulanma biçimlerinden –Marx’ı hatırlatacak şekilde- tedirginlik duyar olmuştu Şeriati. Kaldı ki devrimler gibi ideolojiler de kendilerini yenileyerek ilerlemek zorundadırlar. 

Belki de önümüzdeki dönemlerde daha sıklıkla konuşuyor olacağımız, zamanında dikkate alınmamış bakış açıları yüzünden zafiyete uğrayarak kavramlar sanatoryumuna sürülmüş ideoloji kavramını hatırlattı bana, Şeriati paneli…

Ali Emirî paneli, Şeriati’yi yeniden okuma ve anlamanın gerekleri etrafındaki sorularıyla İslamcılığın içinde bulunduğumuz dönemde gündeme gelen tanımlama sıkıntılarına dair endişelerle girilen yeni, önemli bir süreci haber veriyor. Çifte açmazlar karşısında içine düştüğümüz acz, günümüzün şaşaalı hazır cevaplarının “dünyasızlığı”nın ya da açmaya vakıf olamadığı dünyaların yol açtığı arayışlar zemininde hayırlı bir dönüşüme vesile olabilir belki de... (Zizek. Paralak, sf. 189)

İçinde bulunduğumuz dönemlerde ideolojiler özgürlük adına sorgulanırken, bu kavramın Şeriati’nin söylemindeki ifadesini yeniden tartışarak yeni bir tanıma ulaşmanın, “nerede hata yaptık?” sorusunun cevaplandırılması açısından anlamlı olacağını düşünüyorum. O takdirde sanırım öncelikle irdelenmesi gereken olgulardan biri, modernist, militer yayılmacılıkla halk kesimlerini ya manipule eden ya da bastıran –Baasçı çeşitlemeleriyle de yoksullaşmayı, zulmü artıran- ulus devlet formatının ümmet bilincini bölük pörçük eden kıyıcı mantığı olacaktır.