Osmanlı İmparatorluğu parçalanıp işgal edildikten sonra, Anadolu’da milli mücadele dini motivasyonla kazanılmışken, kurtarılan topraklarda bir ulus-devlet kurmaya karar veren İttihad ve Terakki’nin son elitleri, Anadolu’yu gayrimüslimlerden temizleme/İslamlaştırmaya çalışmış, İslam dinini de Müslüman ahaliyi ‘Türk’ üst kimliği altında toplamanın ‘çimentosu’ olarak görmüşlerdir. ‘Türk’ isminin seçilmesinde iki temel etken söz konusudur: Birincisi, imparatorluk ailesinin ve mevcut ahalinin demografik olarak çoğunluğunun ‘Türk’ oluşu ve ‘Türkçe’ konuşması. İkincisi ise, tarihsel olarak Avrupalıların Müslüman kimliği ile Türk kimliğini özdeşleştirmeleridir. Her Müslüman ‘Türk’ olmasa da, tarihsel olarak her Türk ‘Müslüman’dır. Müslümanlık, Türklerin kimlik kurucu bir unsuru olmuştur. ‘Hıristiyan Arap’ deriz ama ‘gayrimüslim Türk’ kavramı bize garip gelir.

1924’den 1950’ye kadar Şeyh Said’in dinsel (şeriat-hilafet) motifli kalkışmasını dışarda tutarsak, etnik köken itibariyle ‘Türk’ olmayan unsurların asimile olarak yeni ‘Türk’ ulusal üst kimliğini benimsediklerini söyleyebiliriz. Kürtlerin asimile edilemeyişinin nedeni, onların demografik olarak fazlalıkları ve yoğunluklu olarak aynı bölgede yaşamaları idi. Çağdaşlık veya Atatürk milliyetçiliği olarak isimlendirilen yeni ideolojinin, zayıf da olsa bazı halk katmanlarında yetmişlere kadar seküler bir  yurtseverlik ve çalışkanlık ‘telosu’ yarattığı bir gerçektir.

Kürt milliyetçiliği nasıl tırmandı?

1950’den itibaren Anadolu’nun Müslüman halkı, Batı’nın zorlaması ile Türkiye’nin demokrasiye geçişini fırsat bilerek Tek Parti döneminin dini kimlik üzerinde yarattığı baskıyı hafifletmek için, çoğunluğu Menderes’in önderliğindeki DP’de toplandı. Askeri bürokratların öncülük ettiği seküler-Batıcı elit, bu davranışı bir ‘ihanet’ olarak algıladı ve 1960 Darbesi ile bu hareketin öncü kadrosunu biçti. Sünni halk, şuur altından (tarih ve din) gelen ‘itaat’ insiyakı ve şuurundan gelen ‘korku’ hissi ile bu harekete/hakarete ses çıkaramadı. DP’nin mirasını 60-70 arası yalnız başına AP-Demirel alırken, 70-80 arasında merkezde (muhafazakar) AP, onun sağında (İslamcı) MSP-Erbakan ve solunda ise (milliyetçi) Türkeş-MHP vardı.

60-80 arasında solun dünyadaki prestijine paralel olarak Türkiye’de genç nüfus arasında epeyce itibar kazandığını ve 70-80 arasında milliyetçilerle bir iç çatışmaya zemin hazırladığı malumdur. 1970-80 arasında ‘dinsiz’ komünist-sosyalist solun Türkiye’de kolay itibar kazanmasının nedeni, geleneksel din eğitiminin düşünsel zaafı ve zayıflaması ile izah edilebilir. Solun Alevi nüfus arasında gördüğü hayli yüksek itibar ve Osmanlı’nın Kitabi Sünniliği iyice yerleştiremediği orta boy şehir ve kasabalarda taraftar bulması bunun kanıtıdır. 12 Eylül’den önce yaşanan Kars-Erzurum gerginliği, Çorum, Kahramanmaraş çatışmaları, Fatsa, Artvin, Uşak, Tunceli.... gibi ‘kurtarılmış bölge’ler, bunun kanıtıdır. 1989’da Sovyet Rusya’nın yıkılmasından sonra tırmanan mikro milliyetçilik, bu sefer, 80 ihtilalinden sonra gelişen Kürt milliyetçiliğini hızlandırdığını söylemek mümkün. Dinsel üst kimliğin zayıflamasıyla bu parçalanmanın hızlandığını anlayamayanlar, hâlâ bir Türk-Kürt iç savaşının yaşanmamasının dinden gelen sebebini kavrayamayıp, uluslaşma sürecinde Batı’da yaşanan iç savaşları örnek vererek teselli buluyorlar. Adnan Menderes’i iki arkadaşı ile birlikte ölüme mahkum edenler, şimdilerde Öcalan’ın kılına dokunamamaktan hayli dertli olmalılar.

CHP’nin 1950 sonrası yüzde 20-25’e fikslenmiş modernleşmiş, şehirli, seküler/katı Batıcı oy oranı, kısa dalgalanmaları dışta tutarsak, hiç değişmedi. Sağın din ile ilişkisine gelecek olursak, seksen sonrası Özal’ın kurduğu ANAP, 80 öncesi sağın kendi içinde üçe bölünmüş mirasını (AP-MSP-MHP) toparlayıp on sene sürdürdü ve 90’larda çözüldü. Demirel, içe kapalı, merkeze (askeri bürokrasi) yanaşmış bir liderdi. Oysa Özal, merkezden kopmuş ve ülkeyi dışa açmış, milletin ise ‘gözünü’ açmıştı. Yerel sahici hiçbir kültürel mesnedi olmayan Özal’ın ekonomik liberalizmi, bir tür Amerikan pragmatizmi idi. 90’larda parti çözüldüğünde merkezin muhafazakârlığının hayli zayıfladığını Çiller-Yılmaz figürleri ve dönemin yolsuzluk furyası ile gördük. 1980’lere kadar devletin zorla sekülerleştirme politikalarına direnen halkta tarihten ve dinden gelen kültürel bir şiraze ve geleneksel bir edebin olduğunu söyleyebiliriz. Bunun göstergesi, 70’lerde dahi siyasi veya bürokratik bir yolsuzluğun herkes tarafından ‘skandal’ olarak algılanıyor olmasıydı. 1980’den sonra devletin bürokratik merkezinin zayıflaması, AB’ye uyum sürecinin hızlanması, küresel ekonomiye eklemlenme süreçleri, kültürel alanda da meyvelerini vermeye başladı. Said Nursi’nin yerel dini ‘cemaat’ mirasını Fettullah Gülen, ‘dinlerarası diyalog’ ve okullar ile küresel bir düzleme/vizyona taşırken; ‘İslamcı’ Erbakan’ın ‘İslam birliği’ ve ‘manevi kalkınma’ mirasını Başbakan Erdoğan, önce Avrupa Birliği, şimdilerde  de Ahmet Davutoğlu’nun geliştirmiş olduğu ‘Stratejik Derinlik’ politikaları ile komşularla ‘sıfır problem’ stratejisi ile herkes ile ‘iş birliği’ noktasına taşıdı. İskender Paşa cemaatinin hoca-şeyhi Mahmut Efendi’nin Camide -kürsüde- oluşturduğu mirasını Cübbeli Ahmet, medyaya taşıdı. Meşhur cami vaizlerinin yerini medya vaizleri aldı. Mücahitler müteahhit, tarikatler ise ticaret şirketlerine dönüştü. Protestanlığın Avrupa macerası sanki ikinci kez Türkiye’de yaşanıyor.

MHP’ye yapılan dini aşı tutmadı 

Yetmişli yıllarda S.A. Arvasi, N.K. Zeybek, Menzil şeyhi, N. Fazıl ve E. Güngör’ün çabaları ile, Ahmet Yesevî’nin tasavvuf yorumlu İslam’ının milliyetçilik ile mezc edilmesi (Türk-İslam sentezi) sayesinde MHP’ye dini bir aşı yapıldı. 90’larda Devlet Bahçeli’nin liderliğinde daha merkeze ve seküler bir çizgiye kayması ile de rahmetli M. Yazıcıoğlu önderliğinde dini hassasiyeti olan damar partiden koptu (BBP). Böylece 50’li yılların başında yüzde 60’lar ile akmaya başlayan ‘Sakarya’nın (saf çocuğu masum Anadolu’nun) hor ve büyük ‘dava’sından arda kalan ‘boynu bükük’ Erbakan tarikatına dönüşmüş SP (Sayın Numan Kurtulmuş’un direnişi devam ediyor) ve yetim BBP (yüzde 5) oldu. “Kahpe rüzgar (sekülerizm)” surda açılan mukaddes gediği tekrar kapattı.

Hasılı, Anadolu’yu sönmeye yüz tutmuş koru (iman) ile işgalden kurtaran; külü (itikad) ile de yeni “Türk ulusu”nu kuran İslam’ın birleştirici ruhu (rîh)(8/46), bu topraklardan çekildikçe -Batı’nın çıkar birlikteliği ve kanlı asimilasyona dayanan ‘ulus-devlet’ projesinin tersine- çil yavrusu gibi dağıldık. CHP: Bürokratik azınlık ve irtica ile korkutulup sekülerleştirilen/modernleştirilen Türkler ve Aleviler. MHP: gönüllü olarak sekülerleşmiş (Sünni mezhep/sufi meşrep) Türk milliyetçileri. BDP(PKK): Dinden hayli kopmuş Kürt milliyetçileri. AKP: Elitlerinin az bir kısmı etnik olarak Türk, çoğunluğu Türkleşmiş -ancak şimdilerde kendileri de kökenlerini hatırlamış- etnik olarak gayri-Türk (Kürt, Çerkez, Çeçen, Gürcü, Laz, Arnavut, Boşnak...) muhafazakârlar. SP ve BBP: Sakarya, saf çocuğu masum Anadolu’nun.

Bu partilerin genellikle okumuş ve iş(ini bilir) adamlarından oluşan tavanı ile, sıradan tabanı arasında ikincilerin lehine bir sağduyu fazlalığı olduğunu da unutmamak gerekir. Anadolu’da bin yıl önce İslam dini ve Türkçe ile çalınan mayanın yarattığı birlik ve bütünlük (Selçuklu-Osmanlı), ömrünü tamamlayıp bitince, arda kalan teb’aya Anadolu’da 20. yy’ın başında biraz su katılarak ayrana çevrildi (Türkiye). Ayran da altmışlardan itibaren çalkalanmaya başladı ve şimdilerde süt ile su ayrışmak üzere. Altı yüz asırlık ‘çınar’ devrilince, yerine aynı kökten bir ‘Fidan’ dikildi. ‘Su (maneviyat)’ verilmediği için, doksan senelik ağaç dallarından kurumaya başladı.

Bu gidişle buradan geri dönüş zor olacak gibi. Ayrışma, derinleşerek devam edecek. Ta ki Allah’ın şu uyarısı tekrar -hiç tahmin etmiyorum- hatırlanana kadar: “Hepiniz Allah’ın size uzattığı kurtuluş ipine (Kur’an’a/İslam’a) sarılın. Sakın bölünüp parçalanmayın. Allah’ın size nasip ettiği birlik ve beraberlik nimetini hatırlayın. Hani siz vaktiyle birbirinizle kanlı-bıçaklı idiniz, ama Allah gönüllerinizi birbirine ısındırdı ve nihayet O’nun lütfettiği iman nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Daha önce bir ateş çukurunun (iç savaş) kenarında idiniz, Allah sizi o çukura düşmekten kurtardı.” (3/103)

Prof.Dr. İlhami Güler, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi 
[email protected]

Kaynak: Star