Suriye’de yaşanan şiddetten dolayı Paris’te niçin gösteri yapılmıyor? Fransa’daki savaş karşıtı hareketi tanıyan bir arkadaşımın cevabı şu: Çünkü Fransa solu, halk ayaklanmasını destekleyenler ile Suriye rejimini kalan son anti-emperyalist Arap rejimi görenler arasında bölündü.
Kafa karışıklığı Fransa’yla sınırlı değil. İngiltere veya Avustralya’daki savaş karşıtı hareketler için de aynısı söylenebilir (Suriye hava kuvvetleri ve topçusu Halep semtlerini bombalarken Sidney’deki göstericiler “Suriye’den elini çek” talebinde bulunmuşlardı.) Bu iç bölünmenin Suriye’de veya bölgede olup bitenlerle bir ilgisi yok; solun vizyon ve teorik berraklık kriziyle ilgisi var.
Arap Baharı 2011 başlarında ivme kazandığında sol entelektüeller, üçüncü dünyacılar ve kendini anti-emperyalist olarak sunanlar arasında bayram sevinci yaşanıyordu. Halk hareketi, İslamcı aşırılığa karşı savaş uğruna Batılı devletlerle onlarca yıl işbirliği yapıp kendi halkına baskı uygulayan Mısır ve Tunus’taki iki diktatörü devirmişti. Bahreyn söz konusu olduğunda, eşit haklar ve demokratik özgürlük çağrısı yapan bir halk hareketini bastırmaya yardım için Suudilerin yaptığı, Batının kutsadığı bir müdahaleyi kınamak artık kolaydı. Fakat Muammer Kaddafi güçlerinin Bingazi’ye doğru tehditkâr yürüyüşü sivillerin korunması için acil eylem çağrılarına yol açtığında olaylar Libya’da karmaşıklaşmıştı; Arap Birliği ve BM’in gerekli meşruiyeti sağlamasıyla Nato hava gücü devriye girdi.
Libya’daki Nato hava harekâtı Solda derin bir tartışmayı kışkırttı. Sol, on yıl ya da daha fazla bir süredir gayretini ABD’nin Ortadoğu’daki askeri müdahalelerine muhalefet etmeye odaklamıştı. 2003 Irak savaşına karşı protestolar çok büyüktü; Saddam Hüseyin’in “kitle imha silahlarının” ve el Kaide’yle bağlantılarının tehlikeli olduğunu söyleyen (sonra bu iki savın itibarı sarsıldığında savaşın Irak’a demokrasi götürmek için yapıldığını) söyleyen resmi anlatıya hem halk hem de Sol inanmamıştı. Batı kamuoyunun hatta Batı dışındaki kamuoylarının geniş bir kesimi nezdinde Irak ve Afganistan savaşlarını tetikleyen, küresel hâkimiyeti muhafaza çabalarıydı; söz konusu olan Irak olduğunda, Arap ve İslam dünyasındaki zengin (petrol) kaynaklarıydı.
Solun (artık Batı kamuoyu değil de) geniş bir kesimi Libya’da aynı tutumu sergiledi: Bu emperyalist bir müdahaledir ve ülke petrolünü kontrol etme arayışıdır. Kıyım tehlikesiyle yüz yüze gelen Libyalıların korunma için yardım talep etme hakkını savunan ama bu kıstas dışında Nato harekâtına karşı çıkan Gilbert Achcar gibi solculara bile hücum edildi.
Savaş ve devrim karşı karşıya
Suriye bu bölünmüş solu daha derinden böldü. Suriye’deki olayları “son tahlilde” nasıl tanımlamak gerektiği hakkında hiç uzlaşma yok. Belki emperyalist güçlerden ve onların yerel ajanlarından çalınmış bir devrimdir (Tarık Ali böyle görüyor) veya belki diktatörlük rejiminin ağır baskısı altında yaşayanların siyasi özgürlük talep ettikleri bir halk devrimidir?
Suriye’deki ayaklanmaya daha şüpheci yaklaşan tutumlar ise Batının resmi Ortadoğu politikalarına duyulan ve son on yılın tecrübesine dayanan derin bir şüpheden besleniyor. Önde gelen batılı bazı gazetecilerin haberlerini bu şüphe besliyor. Frankfurter Allgemeine Zeitung muhabiri Rainer Hermann 2012 Mayısı’nda yarısı kadın ve çocuk 108 sivilin hayatını kaybettiği Hula katliamı hakkında iki makale yazarak hâkim anlatıyı sorgulamakla kalmayıp bu kıyımı bizzat ayaklanmacıların gerçekleştirdiğini ileri sürdü.
Hermann, Şam’daki bir veya iki “görgü şahidiyle yaptığı görüşmeye bel bağlıyor ve derinlik bir araştırma yapmak yerine ayaklanmacıların şiddet uyguladığı savını desteklemek için adı kötüye çıkmış Rahibe Agne’den alıntı yapıyordu; BM’in düzinelerce görgü şahidiyle yaptığı detaylı soruşturma bile Suriyeli yetkilileri temize çıkarma çabasını gözden geçirmesi için onu ikna etmeye kâfi değildi.
Olayların bu şekilde haberleştirilmesi, Tarık Ali’yi ayaklanmacıları Nato müdahalesini davet için kıyım yapmakla ithama itti. Ali daha sonra Hula katliamını hangi tarafın yaptığına dair artık hiç şüphe kalmadığını söyleyerek bu tutumunu pekiştirdi ve genel analitik çerçevesinden vazgeçmedi. Meşhur Independent yazarı Robert Fisk 2012 Ağustos’unda Der’a’yı (burada çoğu sivil ve silahsız militan olmak üzere 500 kişi öldürülmüştü) ziyaret ettikten sonra benzer şeyleri söyledi. Buradaki kıyımdan muhalif savaşçılar sorumluydu (Fisk’in şu yazısına bakabilirsiniz: Yassin Al Haj Saleh & Rime Allaf, " Syria dispatches: Robert Fisk's independence", 14 Eylül 2012)
Ayaklanmacılar ve İslamcı cihatçılar karşı karşıya
Bir BM komisyonu, 2012 Eylül ayında Suriye’deki insan hakları ihlalleri hakkındaki bulgularını açıkladı. Raporun ele alınacağı Cenevre’deki basın toplantısına yirmiden fazla gazeteci katıldı. Fakat basın toplantısı ihlal, şiddet, işkence ve cinayet haritasını çıkaran 100 sayfalık rapor merkezli geçmedi; Dera katliamı hakkında tek bir soru bile sorulmadı. Soruların yarıdan fazlası Suriye’de yabancı “cihatçı” savaşçıların varlığı hakkındaydı. Sayıları kaçtı, nereden geliyorlardı ve onların gerçekleştirdiği insan hakları ihlallerinin bir kaydı var mıydı ? (Bu son soruya verilen cevap “hayır” oldu fakat gene de cihatçılar hakkındaki sorulara devam edildi.) George Bernard Shaw’ın bir sözünü hatırlattı bunlar bana: “Bir gazeteci, bisiklet kazası ile bir medeniyetin çöküşünü birbirinden tefrik edemeyen kişidir.”
Edward Said’in Medya’da İslam (Covering Islam) başlıklı kitabını okuma veya yeniden okuma vakti. Eleştirel entelektüeller 2003’ten önce Irak rejiminin el Kaide’yle bağlantıları olduğuna dair Amerikan propagandasına inanmamışlardı. Aynı kıstas Suriye için de uygulanmalı değil mi? Suriye rejimi de 2011 baharından çıkan halk hareketini ezmeyi Katar, S.Arabistan, Türkiye, Fransa, İngiltere ve Amerika’nın mâli desteğiyle “Selefilerin” ve “yabancı ajanların” işi diyerek haklı kılıyordu. Suriye rejimi yetkilileri ve onların iddiaları hakkında benzer bir şüphecilik memnuniyetle karşılanacaktır.
Yeni anti-emperyalizm
Klasik sol düşünürler, mahalli mücadeleler ve uluslararası güç dengesi arasında karşılıklı ilişki olduğunun bilincindeydiler. Modern halefleri ise bu iki düzlemi ayırmaya mütemayiller. Bu yüzden de Arap devrimlerini küresel düzlemden tecrit ederek okuyorlar sanki kapitalizmin 2008’de başlayan ve devam eden krizinin (hatta küresel gıda ve su krizi gibi etkenlerin) olaylarla hiçbir ilgisi yokmuş gibi. Sonuç ise Arap devrimlerini, kırılan sistemde yeni bir “en zayıf halkayı” temsil eden bir gelişme olarak görme ihtimaline aldırış etmemek oluyor. Mahalli mücadeleleri küresel siyasete bağlayan ve bunlar arasındaki diyalektik ilişkileri anlamaya yardım eden eleştirel görüşlere acilen ihtiyaç var bugün.
Suriye’deki sorunu Beşşar Esad değil de ABD destekli “İslamcılar” veya Sünniler ile Şia arasındaki mezhepler arası mücadele kategorisinden bakarak değerlendiren Sol entelektüeller mahalli boyutun analizini yapmaktan imtina edip meselenin uluslararası boyutuna takılmışlardır. Suriye’deki olayların sınıf temelli mi olduğu yoksa adâletsizliğe, baskıya ve sıkıdenetime karşı bir ayaklanma mı olduğu hakkında bir anlayıştan yoksunlar. Halinden memnun jeopolitik okumaları, emperyalist düzen dayatmak amacıyla ABD liderliğinde bir gayret ve Rusya-Çin desteğindeki son bir Arap direnişi arasında bir mücadele görüyor sadece.
Fransa Komünist Partisi yayın organı L'Humanité’nin Lübnanlı uzman George Corm’la yaptığı söyleşi bu hali resmediyor. Corm, Arap baharı hakkında sorulan bir soruya genç nüfus arasındaki işsizliğe ve siyasi açılıma göndermede bulunarak bunun sosyo-ekonomik olduğunu ve fakat Suriye’deki durumun bölgesel ve küresel güç mücadelesi olduğunu söylüyordu.
Suriye’deki gelişmelere “anti-emperyalist” bakışın gelip dayandığı belirgin sınırlamalar var. Onsekiz ay sonra hatta Suriye hava savunması 22 Haziran’da bir Türk F-4 uçağını düşürdükten sonra bile Nato uçaklarının hala niçin müdahale etmediğini açıklamakta güçlük çekiyor (zira F-4’ün düşürülmesi doğrudan müdahale için mükemmel bir gerekçeydi); Esad rejimini devirmek için “evrensel bir komplo” var idiyse bu komplo bir Rus vetosuyla nasıl olup da caydırılıyor?; yahut komplocular muhaliflere niçin uçaksavaş Stinger füzeleri vermiyor (Amerikan yönetimi 1980’lerde Afgan mücahitlerine bu füzelerden vermişti.)
Sınıf ve anti-emperyalizm karşı karşıya
Büyük siyasi olayların lokomotifi olarak iç sosyal gelişmelerin analizinden tedricen imtina edilmesinin kökü derinlere gider. Sovyet tecrübesi ve sınıf hakkında Marksist bakış, geçen asrın büyük bir diliminde sol entelektüeller arasında hâkimdi. Sovyetler Birliğinin çöküşü, kesin dille konuşulan şeyleri parçaladı ve alternatif dünya vizyonlarının analitik temellerine zarar verdi. Ancak daha ölümcül olanı, Sovyet çöküşünün neticeleriyle yakından ilişkiye geçmekte ve geçerli sorular sormakta zaafa uğramış olmalarıdır. Görünür bir iç ve dış baskı olmaksızın bir devletin çöküşünü nasıl açıklamalıydı?; çöküş, Sovyetlerin geçmiş tecrübesi hakkında neleri ifşa etmektedir?; Rusya’nın işçi sınıfı, Boris Yeltsin’in devasa özelleştirmelerine belirli bir fabrikada {kendi çalıştığı fabrikada] direnmenin ötesinde niçin direnmedi?
Sovyetler Birliğinin çöküşü, Sovyetlerin tesis ettiği ilerleme modelinin - sosyo-ekonomik kalkınmanın temeli olarak dar bir öncü birliğin devleti ele geçirmesine dayalıdır - sorgulamaya da yol açmalıydı; gitmek yerine kan akıtan Libya ve Suriye gibi “üçüncü dünyadaki” “ilerlemeci” rejimlerin ilerleme modeli de sorgulanmalıydı.
Sınıf mücadelesi ve devrimci sınıf gibi paslanmış eski analiz enstrümanları yerini tek kullanışlı çerçeve olarak jeopolitik boyuta bıraktı. Dünya yine yarı soğuk savaş terimleriyle kafalarda canlandırılıyor - ki Washington’daki şahinlerin halini yansıtan bir zihniyettir. ABD’nin Irak’ı işgali ve ABD’nin Suriye politikası fark gözetmeyen aynı terimlerle değerlendiriliyor. Bu anti-emperyalist bakışın Batı emperyalizmine karşı bahse değer bir muhalif bulamamak gibi bir sorunu da var: Vladimir Putin Rusya’sı ancak Suriye ve İran kadar “ilerlemeci” addedilebilir. (Suriye Baas’ı sağcı Falanjistlere destek vermek, Filistinli gerillaları ve Lübnan solunu bastırmak ve için 1976’da Lübnan’ı işgal etmişti. Böyle pek çok örnek var.)
Suriye’deki çatışma, onu anlamak için dogmatik, basit jeopolitik okumaların ötesine geçmeyi gerektiren uluslararası bir bağlamda evriliyor ki Godot gibi “emperyalist istila bekleyişi” böylesine trajik olmasaydı kara mizah olurdu. Bu arada kıyımlar sürüyor.
Kaynak: Open Democracy
Dünya Bülteni çeviren: Ertuğrul Aydın