I- Türkiye’de son dönemlerde kimi tartışmalar, önüne kesen tabulardan kurtulmak isteyen ülkemizin tıpkı yüzeysel modernleşmede olduğu gibi yüzeysel bir özgürleşme zemiminde seyrettiği izlenimini uyandıracak şekilde sürdürülüyor. Sen beni ne kadar tanırsan, ben de seni o kadar tanırım, gibi bir cümle dolaşıyor hak-hukuk tartışmalarının sürdürüldüğü mekanlarda. Bazen bir Kürt aydın, hatta aktivist, İslami kesimden Kürt meselesi etrafında yeteri kadar destek görmediğini öne sürüyor ve işte bu nedenle de karşılaştıkları ayrımcı muameleler karşısında başörtülü öğrencilere bundan böyle eskisi gibi destek vermeyeceğini söylüyor. Başörtüsü yasağı karşısında haklarını arayan öğrenciler ve onları destekleyen kurumlar, başka türlü acı çeken, şiddet gören ve dışlanan kesimlerle ilgili olarak nasıl bir hassasiyet içindeler acaba... 

İlkelerin yerini pazarlıkta bulunma becerisinin aldığı bir hak ve hukuk kazanımı pazarındayız sanki. Mazlum olmanın bizatihi kendisi değil, bağlamı  önem kazanmaya başlıyor. Bu arada içine düştüğümüz yanılsamaların haddi hesabı yok. Yasak mağduru başörtülülerin Kürt halkının varlık mücadelesiyle apayrı bloklar teşkil edecek şekilde ayrıştırılması gibi...   

Bir diğer konu da muhafazakâr-liberal ittifakın geleceği. Bu ittifak nasıl bir gelecek vaad ediyor? Bugün “muhafazakâr” diye adlandırılan kesime destek olan liberaller gelecekte bu desteğin karşılığında hangi taleplerde bulunacaklar... Bütün bunlar bittiğinde geriye ne kalacak? Hep birlikte liberallerin zaferini mi kutlayacağız? 

II- İnsan haklarının konu alındığı tartışmalarda öne sürülen bir başlık da eşcinsel haklarıdır. Bu bağlamda bana da sık sık sorular yöneltiliyor. Eşcinsellik konusunda bir Müslüman, bir edebiyatçı olarak bakışım, anlamaya ve yaraları onarmaya dönük bir bakıştır. Yerinde olmadığın kişi adına hüküm veremez, onu insanca yaşama imkânlarından yoksunlaştıracak baskıları da hoş göremezsin. Selim İleri’nin eşcinsel bir mütercimin hayatını konu alan Kafes’ini gözyaşı dökerek okumuştum ben.

Kişinin kendini içinde bulduğu bedenden farklı bir kimlikte tanımaya başlamasının yaşattığı acılar, mesafeli bir bakışla iki cümleyle geçiştirilecek kadar hafife alınmamalı. Kaldı ki bu sınav herkes için zor bir sınav olarak hesaba katılmalıdır; mümin olmak, çocuğunun eşcinsel olmayacağının garantisine sahip olmak anlamına gelmez. İnsanlığın gerçek ızdırabı konusunda söyleyecek sözleri olan Müslümanların, eşcinsellerin karşılaştığı ayrımcı muameleleri desteklemesi ve yaşadıkları acıkları da görmezden gelmesi elbet beklenemez.

Başörtülü  kadınlar 80’li yılların başlarından itibaren karşılaştıkları  ayrımcılık, saldırgan tavırlar ve dışlayıcı muameleler nedeniyle, sistemin dışında duran kesimler konusunda özel bir duyarlık geliştirmeye başladılar. Ancak eşcinsellerin yaşadığı acıları içinde hissetmek ayrı bir şey, eşcinselliğin bir kimlik politikası halinde savunulmasına dönük kaygıların ifadesi apayrı. Bir müslümandan Kur’an’ın eşcinsellikle ilgili hükümlerini paranteze alarak bir eşcinsellik görüşü geliştirmesi beklenebilir mi? 

Enver Gülşen’in “Müslümanlar, Eşcinsellik ve Demokrasi” başlığıyla www.derindusunce.org’da yayınlanan ve bu bağlamda İslami perspektifi özlü bir şekilde dile getirdiğini düşündüğüm yazısında ifade ettiği üzere: “Sorun eşcinsel veya değil, bireylerin hazzı toplumsal alanın ortasına yerleştirerek, toplumsal olanı kendi hazları ekseninde yönlendirmesidir; bu yolla eşcinsel ilişkinin normalleştirilmesi ve meşruiyeti aracılığıyla toplumsal ahlakın bir tür hazcılık içinde görünmez kılınmasıdır.”

III-  Yeni bir insan hakları etiğine duyulan ihtiyaçtan her zaman söz ediliyor. Bu yeni etik ise sanki, “Sonuna kadar kendinde olanı değiştir ki samimiyetine inanayım” şeklinde bir dayatmanın gölgesinde, pazarlıkçı bir tutumla yapılanıyor.

Dünyayı  ve hayatı yorumlarken inancınız çerçevesinde kalma çabanız size göre sadakattir,  pazarlıkçı tutumlara göre ise ola ki karşılıklı tanımada gösterilen ihtiyat kayıtları yüzünden samimiyetsiz boyutu açığa çıkacak olan radikal başkalık.

Liberal yazarların ağırlıkta olduğu bir sohbet sırasında şöyle bir soruyla karşılaştım: Neden Müslümanlar farklı ezilme durumlarının da yaşandığı toplumumuzda faaliyetlerini veya tepkilerini sadece kendi dindaşlarının sorunlarıyla sınırlı kalacak şekilde belirliyorlar? Başkalarının sorunlarıyla da aynı ölçüde ilgilenmeyen Müslümanlar, bu duruşlarıyla diğer kesimleri kendi acıları karşısında duyarsız olmakla suçlama hakkına sahip olamayacaklardır öyleyse...

Yeryüzünün uzak diyarlarında insanlar işkence görüyorlarsa, Müslümanlar bu insanlar içinde sadece kendi dindaşlarını mı arayıp buluyor... Müslümanların diğer insanların acıları karşısında duyarsız kaldığını öne sürmek tarihsel açıdan o kadar da kolay değil. Akla gelen ilk örnekler İspanya engizisyonundan ve Nazi katliamından kaçan Yahudilerin bir Müslüman beldesinde  kendilerine birer çatı bulabilmeleridir. İkinci bir örnek vermek için çok da zorlamıyorum kendimi. Müslüman vicdanı kızılderili ve siyahderili kitlelere yönelik katliamlara karşı tavrını ortaya koymaktan ne zaman geri durdu ki...

Daha da üst seviyede gerçekleşen bir ilgiyi tasavvur edebilirdik, elbette... Müslümanlar yapmaları gereken bir şeyleri muhakkak ki eksik bıraktılar, aksi takdirde bugün kan akıtan bir yara gibi görünmezdi varlıkları. Mustazaf olmak sadece sonuç değil, sebep de...

Bir yaranızdan kan akıyorsa, öncelikle o kanı durdurmak için çaba gösterirsiniz. Müslüman varlığı çok uzun bir zamandan bu yana kan kaybetmeye devam ediyor. Müslüman varlığını güçten düşürten bu kan kaybı, ifadesinde yetersiz kalınan, derine seyretmeyen büyük sözler yüzünden belki de, bütün insanlığın güç yitirmesine sebep oluyor.

 

Dipnot:

Değerli Dünya Dülteni okuyucuları, yukarıda yer alan yazımın başlığını koyarken ne ani bir karar verdim, ne de tereddüt ettim. Ama sonradan yazımla ilgili bir şey beni tedirgin etti, düşündüm ve başlığın yenilerde okuduğum Kenan Alpay’ın Haksöz’de yayınlanan “Yeni Bir Tutarlılık ve Samimiyet Testi Daha” başlıklı yazısından etkilenmiş olduğunu farkettim. İnsan hafızası bir tuhaf. Bir hafta kadar önce okuduğum Alpay’ın yazısının başlığı elbetteki son dönemlerde belirginlik kazanan toplumsal bir olguyu, yeni tür bir baskıyı ustalıkla adlandırması itibarıyla, zihnimde yer tutmuş olmalı.

Başlıklar konusundaki yakın benzerliği farkettikten sonra, bir değişiklik yapmaya da gitmedim, ancak böyle bir açıklama yapmayı da Alpay’a ve yazımın okurlarına borçlu olduğumu düşündüm.

Bu vesileyle selamlarımı sunuyorum.

Cihan Aktaş