Muhafazakâr çevrelerden de, hiçbir cemaatten de değilsiniz. Batılı bir eğitim almışsınız. Modernsiniz. Demokratsınız. Kentlisiniz. Şusunuz busunuz.
Ama tek bir kelimeye indirgemiş olabilirsiniz varoluşunuzun niteliğini: Müslümanlığa. Bunun nasıl 'kuşatıcı ve özgürleştirici bir hal' olduğunu merak etmeden, bu dönüşüme dair bir tek soru bile sormadan ideolojilerin, dünya görüşlerinin, birtakım siyasi yakıştırmaların ötesine geçemeyen ve sizi hakir gören herkes: Vaktinizden çalmaya başlayacaktır. Aldırmayacaksınız. Bir şey olmaya değil, olmamaya başladığınız anda artık konuşarak değil iç sesinizle -bir nevi susarak- ilişki kurmak düşüyor size. Böylesi hakikate çok daha yakın.
Nedenlerin ardındaki nedenleri arama çabası giderek karşınıza hemen her farklı koldan aynı bilgiyi -ilk nedeni- çıkarmış olabilir. İnsanın ille irdeleyerek, çalışıp didinerek ulaştığı -ikincil, üçüncül nedenler- değildir bu, aksine: Asli tabiatımıza kodlanmış bir iç bilgidir: Tevhid. Neden-sonuç ilişkilerinde takılıp kalmayacak denli 'sahih' bir niyete sahip olan her insanın kendiliğinden ulaşacağı, dış dünyada neyi anlamak istiyorsa kendi içinde aramasını gerektiren en yalın ve derin bilgi.
Bunun insanı zihinden kalbe doğru (düşey) bir yolculuğa sürüklemesi kaçınılmazdır. Ancak böyle bir yolculukta 'akleden kalb'in ne anlama geldiğini algılamaya başlıyorsunuz. Aklınızı yine kendi iradenizle kaynağından ödünç alarak kullanmanın nasıl bir nimet olduğunu fark ettikçe yepyeni bir insan tahayyülü oluşmaya başlıyor zihninizde. Bu dünyayı biz keşfetmedik, burada bulduk. Suyu, toprağı, ateşi, havayı da biz yapmadık. İşte bunun ne anlama geldiğini bilerek doğuyoruz. "Gizli bir hazineydim" der Kudsî Hadis'te, "bilinmek istedim."
'Bildiğimizi' kendi irademizle bilmeyi seçmek: Bir nevi kesintisiz 'zikir' içinde olduğumuzun idrakine varmak demek. Sevgidir bu. Seven ile sevilenin 'bir' oluşu. İnkâr da etseniz, ikrar da etseniz her varlığın O'nunla bir konuşma biçimi olduğunu fark etmek, giderek bunu her varlıkta 'işitmek' demek. İnsan niteliklerinin salt bu dünyayla sınırlı olmadığını, beşer olmanın insan olmaya yetmediğini, bu dünyayla çerçevelenemeyecek denli ilahi boyutlarımız olduğunu algılamaya başlamak demek. Hicrettir bu. Metaforik olarak söylersek: Teslisten tevhide.
Tüm peygamberleri kucaklayan (nedenini düşünmezler) İslam, bugün zannedildiği gibi tarihin bir dönemine, bir topluluğa atfedilmiş özel bir isim değildir. İlk insandan son insana dek 'tüm zamanların çocukları'na adanmış bir 'kalp bekçiliği' emanet eder bize. Her insana sunulmuştur bu, ama herkes tarafından tanımlanmamıştır yalnızca. İnsanı 'yeryüzünde halife' kılacak tüm nimetleri barındırır. Nasip can çekişirken bile olabilir. (Öteki'leştirmek yoktur bu yüzden.)
Bazen bir kelime, bazen bir tek isim veya harf vesile olabiliyor. Ve sözcüklerin yalın anlamlarıyla inşa ettiğiniz yeni bir kâinatta diriliyorsunuz. Bir şeyi bin bir farklı biçimde anlatmanın büyüsü sizi uçuruyor. Açıyor iyice ucunu kaleminizin.
Kendini dine verdi diyorlar, keşişler gibi bunun hayattan çekilmek anlamına geldiğini sanıyorlar. Onlara seslendiğiniz tüm dillere tıkıyorlar kulaklarını. Ya da hakir görüp önemsemiyorlar. Yazdığınız kitapları sehpanın altında unutuyorlar. Vicdanın açılımları üzerine, şehit olmak ve direniş üzerine, kurbanın metafiziği, suç ve ceza, ego, yüzleşme, teslimiyet, kalem üzerine yazıyorsunuz. Bakmaya gerek duymuyorlar. Sonra da kendilerine benzemeyenlerle bir arada yaşamanın yollarını tartışıyorlar.
Kendi dünya görüşlerini meşrulaştırma gereği duyduklarında çalıyorlar kapınızı: İlle örtünmeyi -görüneni- konuşacaklar. Hayır! Ruhu, özü merak etmeden 'kabuk'la ilgili sağlıklı bir çıkarsamaya asla varamazlar. Her türlü girişimleri en fazla istatistik yorumlama ve dini korkularını çoğaltma eyleminden ibaret kalıyor. Niçin hakikat ilgilendirmiyor onları? Sabırla harfleri dizmeye devam edeceksiniz siz. Kıyısız okyanusa dalanlar: Asla 'oldum' diyemezler.
Kaynak: Zaman