Tarih felsefesiyle ilgilenenler, geçmiş ile ilgili yani olmuş bitmiş ve dolayısıyla ilke olarak değişemez olması gereken 'tarihin' (tarih yazıcılığının), yaygın inancın tersine hep değişmekte olduğunu bilirler.  
  
Bu değişen tarih olayı sıradan yurttaşlar arasında rahatsızlık yaratır. Sürekli yeniden yorumlanan bir geçmiş, geçmişimizle ilgili bilgimize olan güvenimizi sarsar. Tarihimizi algılama biçimimiz aslında kimliğimizle de ilgili olduğundan geçmişin her yeni yorumu yalnız şaşkınlık ve kuşku değil, umutsuzluk ve giderek tepkiler ve öfke de yaratır. Bu konuda son günlerde Yunanistan'ın gazetelerine de yansıyan komşu ülkeyle ilgili bir olaya değinmek istiyorum.

Zaman aşımı yüzünden son zamanlarda araştırmacılara açılan KGB (Sovyetler Birliği istihbaratı) arşivleri Ukrayna ve Rusya'da yaşamış olan Yunanlılarla ilgili yeni bilgileri su yüzüne çıkardı. Buna göre Stalin zamanında, 15.12.1937 tarihinden başlayarak birkaç ay içinde yirmi binden çok Yunanlı idam edildi ve bundan da büyük sayıda insan Sibirya'nın kamplarına sürgüne gönderildi. Bunlar güya rejim karşıtlarıydı, ajandı, sabotajcıydı. Bu Yunanlıların büyük kesimi 1922 yıllarında Anadolu'dan kaçıp Sovyetler'e sığınmış olan muhacirlerdi. Aslında 1950'lerde, bu kez de Yunanistan topraklarından ve iç savaşın sol kesimin aleyhine sonuçlanması yüzünden komünist blok ülkelerine ikinci büyük bir göç dalgası daha olmuştu. Şu anda söz konusu olan 1949 yılına kadar yaşananlar ve ilk muhacirlerle ilgilidir.

Araştırmacıların yazdıklarına göre Stalin döneminde yalnız Yunanlılar değil başka etnik gruplara ve azınlıklara karşı da paranoya derecesinde bir kuşku ve güvensizlik yaşanmıştı. Arada kendi soydaşlarının da jurnalleriyle Sovyetler'deki bu Yunanlılar inanılmaz acılar yaşamışlardır. Özellikle Sibirya'daki kamplarda durum çok kötüydü. (Sanırım 'kötüydü' kelimesi yetersiz ama şimdilik bununla yetinelim!) Sıfırın altında 40-50 derecede altın madenlerinde çalışanlar en fazla dört ay hayatta kalabiliyordu. Bunları, yemekhanede çalıştığı için ölmeyenlerin söylediklerinden öğreniyoruz. Belli bir kotaya göre gereken üretimi sağlayanlara her gün 600 gram ekmek, yarım tuzlanmış balık, 10 gram şeker ve biraz çay verilirmiş. Birinin dediğine göre başka bir kampta tren yolunda her döşenen ray başına on ölü isabet ediyormuş.

Bütün bunlar, başka cins yaratıklarda rastlanmayan insan vahşetinin örnekleri. İbret olsun, bir daha öyle şeyler olmasın demek kalıyor sanıyorum bizlere. Ama gelin görün ki tarih yazıcılığı açısından bu yeni bulgular işleri karman çorman ediyor. En başta Yunanistan'ın Sovyet yanlısı kesimi bu 'yeni tarihten' çok rahatsız. İnançlarını, kıvanç ve özgüven kaynaklarını sarsan hatta yıkan bir anlatımdır bu yazılanlar. Onlara göre Sovyetler örnek bir düzendi. Eksikliklerine karşın genel yargı olumluydu. Belli bir yaşa gelmiş insanların, üzerinde kendi imajlarını da bina edecekleri yeni bir geçmiş oluşturmaları artık çok geç. Bu yeni bulgular karşısında ne yapabilirler? Yalandır bütün bunlar, kasıtlıdır dediler. Sayılar abartılmıştır, bu insanlar gerçekten rejim düşmanıydı, satılmıştı demeye getirmeleri kaçınılmaz olmuştur. Kimileri kulaklarını tıkamayı ve gözlerini yummayı seçtiler. Buna tarih yazıcılığında 'sessizlik', 'görmezlik' denir. Yani böyle durumlarda bir konu bütünüyle 'unutulur' ya da önemsiz sayılır. Ama solun dışında başkalarını da şaşırtmış olmalı bu yeni bulgular. Yunan ulusal kimliği, bütün ulusal kimlikler gibi, bir olumsuz 'öteki' üzerine kurulur. Ruslar, bu kimlik ilişkisinde bugüne kadar olumsuz bir öteki rolü üstlenmemişti. Hatta tersi bile geçerlidir. Popüler söylemde 'sarışın ırk' olarak bilinen Ruslar, özellikle Hıristiyan Ortodoks dininden olduklarından ve Yunan İhtilali öncesinde Rumları Osmanlı'ya karşı koruduklarından (ya da isterseniz Türkiye söylemiyle söylersek, tahrik ettiklerinden) Ruslar, tarihi düşman ve öteki değildir. Yunan milli söyleminde 'kötü taraf' rolünü üstlenenler ise -sıkıntı da tam buradadır- bu denli vahşet sergilememişlerdir. Bu durumda milliyetçi bir Yunanlı ne yapabilir?

Alternatifleri pratikte sınırlıdır. Geçmiş konusunda eksikliklerim oldu, bazı dengeleri tam tutturamadım, yanlış bilgiler edindim, kıyaslandıklarında iyiler o denli iyi değilmiş, kötüler de o denli kötü değilmişler, demek hiç de kolay değil. Çünkü bu yeni yorum kendi başına ele alınamaz. Bütün imajların, önyargıların, hikâye ve masalların, şiir ve nutukların da revize edilmesi gerekecek. Bunların kısmen de olsa yanlış ve abartılı olduklarını kabul etmek gerekecek. Yani dünya görüşümüz değişmeden yeni tarihî bulgular içimize sindirilemiyor. Kimileri bu değişiklik işlevini 'paradigma değişikliği' olarak ele alıyorlar. Yani insanlar olarak bilgi ve verilerimizi belli dünya görüşü içine yerleştirip içselleştiririz. Oysa kimi yeni veriler bu dünya görüşümüzün karşısında bir meydan okuma ve tehdit gibidir. En kolay çıkış yolu, tepki gösterip, bunlar yalandır, iftiradır, abartıdır gibi savunma -ve bildik geçmişi koruma- yolunu seçmektir.

Yunanistan'daki tarihle ilgili bu gelişmeler bir laboratuvar deneyi gibi de görülebilir. Bakalım sonunda 'tarih' nereye varacak! Revize mi edilecek yoksa bulgular ret mi edilecek? Kimler kimliklerine sarılıp gözlerini yumacak, kimler verileri içlerine sindirebilecekler? Kimler öteki konusundaki yargılarını yeniden ele alıp tutarlılığı arayacak? Hangi tür insan hangi yolu seçecek? İleride bunu tespit edebilir bazı sonuçlara varabilirsek, belki kendimizi de daha iyi anlar, gelecekteki tepki ve benzer konulardaki seçimlerimizi de öngörebiliriz. Benim öngördüğüm, tarih konularında çok inançlı ve az kuşkulu olanlar yeni verileri ellerinin tersiyle bir yana itecekler. Söylenenlere karşı kuşkulu ve şüpheci olanlar 'yeni geçmişe' karşı daha açık olacaklar. Bakalım bir iki yıl sonra bu geçmişin kaderi nasıl olacak? Tarih yazımının bir öğesi mi olacak, yoksa önemsiz sayılıp unutulacak mı!
 
Kaynak: Zaman