Diyalog, cesur olanın stratejisidir. Bu sözü, dünyadaki çatışmalarda aracılık yapacak olan kişilerin bir araya geldiği Oslo Forumu’nda Avrupa’nın akl-ı selim devlet adamlarından biri olan Norveç Dışişleri Bakanı Jonas Gahr Store’dan duymuştum.  Derin huzursuzluklarla çalkalanan bugünün Ortadoğu’sunda diyaloğa bu kadar çok ihtiyaç duyulması nadirdir.

Suriye’de devam eden şiddetli mücadeleden nihâi bir sonucun çıkması muhtemel değil. Ayaklanmacılara silah ve para gönderilse bile Suriye ordusunu kendi başlarına mağlup edemeyecekler. Muhalefet, dış askeri müdahale için dua ediyor ancak bunun olması da muhtemel değil. ABD ve Avrupa’daki halet-i ruhiye, yeni bir çatışmaya saplanmak yerine Ortadoğu’daki çatışmalardan çekilmektir.  Suriye muhalefeti bölünmüş bir vaziyette kaldığı müddetçe amaçlarına ulaşma ümidi her hâlükarda olmayacaktır.

O halde elimizde geriye ne kaldı? Kanlı beraberlik sürecek, daha çok insan ölecek veya evlerinden olacaklar; Suriye, başta İsrail olmak üzere düşmanlarının keyif alacağı şekilde yıkılacaktır.

Suriye Başkanı Beşşar Esad sahneden çekilse bile muhalefet, Suriye’de rejimin omurgası olan güçlü subaylarla, güvenlik yetkilileriyle ve de Suriye’nin sosyal dokusunun kadim ve temel parçası olan çeşitli azınlıkların temsilcileriyle uzlaşmaya varmak durumundadır.

Ancak ve ancak her iki tarafın da riayet edeceği bir ateşkes Suriye’yi kazananın değil sadece kaybedenlerin olacağı yıkıcı bir mezhep savaşından koruyabilir. BM’in görevlendirdiği Kofi Annan’ın yapmaya çalıştığı da bu. Annan desteklenmeli; önü kapatılmamalı. Şu an Mısır’da Müslüman Kardeşler ve silahlı kuvvetler arasında müzakere edilen anlaşma, Suriye için bir model olabilir.

Körfez’deki tehlikeli gerilim de diyalog yoluyla kuşatılabilinir. Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin Suudi Kralını ziyaret edeceği ve İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’dan gelen ziyaret davetini kabul ettiği söyleniyor. Cumhurbaşkanı Mursi, Kahire, Riyad ve Tahran arasında üçlü bir stratejik diyalog başlattığında bunun ne müthiş bir diplomatik darbe olacağını hayal edin. Bu üç başkent birlikte hareket ederek bölgedeki pek çok ihtilafı çözebilir ve dış güçlerin istikrarsızlaştırıcı müdahalelerine bir son verebilirler.

Mısır ve S.Arabistan, diyalog ve işbirliği yoluyla İran’ı bölgenin güvenlik mimârisine çekebilirler. Tehdit, müeyyide ve gözdağından çok daha iyi bir istikrar ve barış reçetesidir bu.

İsrail ve Washington propagandasına rağmen, İran’ın atom bombası elde etmeyi istediğine dair delil yok. İran dini lideri Ayetullah Ali Hamaney bu tür silahlara sahip olmanın “manasız, tehlikeli, entelektüel ve dini bakış açısından büyük bir günah olduğunu” geçen Şubat ayında söylemişti. Sözleri anlaşılmalıdır. Batı istihbarat servislerinin de teyid ettiği üzere İran, uranyum zenginleştirmeyi istemekte ancak askeri nükleer silah programına soyunmamaktadır.

Körfez bölgesinin, İran’ın sözde “hegemonik emelleri” tehdidiyle karşı karşıya olduğuna dair de bir delil yoktur. Körfez’deki ve S.Arabistan’ın Doğu kesimlerindeki Şia toplulukları ayağa kaldırmakta İran’ın rol oynadığı iddialarını da fazla buluyorum. İslam Cumhuriyeti şu an hiç kimseyi tehdit edecek ve hâkimiyet tesis edecek durumda değildir. ABD ve İsrail’in siber saldırıları, suikast ve sabotajları  karşısında (düpedüz bir savaşa ramak kalmıştır) ayakta kalmaya çalışmaktan başka bir şey yapmıyor. Felç edici müeyyideler petrol ihracatını milyonlarca varil azalttı; parası çöktü; ağır yük altındaki nüfusu yüzde 30 enflasyonla başa çıkmak için mücadele ediyor. İran böylesi yoğun baskılar altındayken pekâla sert tepkiler verebilir ki bölgesel sıcak bir savaşı tetikleyebilir bu; savunmasız Arap devletleri böyle bir savaştan asla avantaj elde edecek değillerdir.

Amerika, bölge ülkeleri arasında diyaloğu teşvik edip çatışmaları çözmek yerine Körfez bölgesindeki askeri kuvvetlerini tahkim ediyor.  Bölgedeki üslere ilave F-22 ve F/A-18 savaş uçakları getirdiği ve bölgedeki mayın tarama gemilerini dörtten sekize çıkardığı söyleniyor. ABD Savunma Bakanlığı’ndan üst düzey bir yetkili, tüm bu konuşlanma “Amerika’nın Asya’ya doğru eksen değiştirirken bile Ortadoğu’da müteyakkız olunacağına dair bütün müttefik ve ortaklarımıza somut delil sağlamayı amaçlamaktadır” dedi.

Bölgenin duymak istediği bu mudur gerçekten? Amerikan dış politikasının askerileşmesi, Soğuk Savaş sırasında Sovyetler Birliğinden gelen tehdit algısına karşı bir cevap olarak başlamıştı.  Bu askerileşme, George W. Bush döneminde müthiş arttı. Sonuç ise Afganistan ve Irak’ta iki yıkıcı savaş oldu; bu ülkeler mahvedildi, Amerika iflas etti ve şöhretine büyük zarar verdi. Amerika tarihi uzmanı William Polk, ABD’nin son 5 yıl zarfında “savunmaya” 2.9 trilyon dolar harcadığını, miktarın büyük bir diliminin silahlara gittiğini ve gelecek 5 yıl zarfında harcamayı yüzde 5 oranında artırmayı planladığını kaydediyor.

İsrail ve onun ABD’deki yeni-muhafazakâr müttefikleri, tıpkı Irak’ı yıkması için Bush yönetimini ittirdikleri gibi Obama yönetimini İran’a diz çöktürtmeye itiyorlar. Araplar bu kampanyaya destek olmamalıdırlar. Bölgedeki çatışmaların – özellikle de İran nükleer tesisleriyle ilgili tehlikeli gerilimi – askeri güç yerine diyalog ve uzlaşmayla çözülmesi en iyi yoldur.

Bazı Körfez ülkeleri, Amerika’nın koruyucu şemsiyesi kalktığında İran’ın onları tehdit etmesinden korkuyorlar şüphesiz. Ancak Amerika bölgedeki üslerinden çekilse bile bazı Amerikalı strateji uzmanlarının da savunduğu üzere ufukta donanma varlığı gösterecektir ve bu, yeterli korumayı sağlayacaktır.

İran’ı düşmanlaştırmanın Arapların çıkarına olmadığını bu sütunlarda uzun zamandır savunmaktayım. Körfez ülkeleri ve İran’ın müşterek pek çok ticari ve stratejik çıkarları olduğu gibi bu can alıcı bölgelerinde müşterek güvenlik çıkarları da mevcut. Bugünün krizlerinden çıkarılacak en açık ders, yerel güçlerin kendilerini koruyabilecek güce ulaşmaları veya diyalog ve işbirliği yoluyla Arap olmayan komşularıyla tatminkâr bir uyum yaratmalarıdır.

Kendi güvenliğini sağlamanın en iyi yolunun Filistin topraklarını işgal politikası, komşularını zayıflatma ve istikrarsızlaştırma arayışı olmadığına ikna edilmeye ihtiyaç duyan taraf İsrail’dir. İsrail’in uzun vadeli bekası, bir Filistin devletinin kurulmasına müsaade ederek Araplarla ve de İran’la ilişkilerini normalleştirdiği takdirde garanti altına alınabilir. Yalnızca samimi ve kesintisiz bir diyalogdan hâsıl olabilir bu. Uluslararası câmianın acil meselesi bu olmalı.

Kaynak: Agence Global

Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı