2009 yılına yeni ABD başkanının İslam dünyasına yönelik sözleri damgasını vurmuştu: İran halkının Nevruz'unu kutlaması, İstanbul ve Kahire konuşmaları... Bu işaretlerin birleşmesi, Barack Obama'nın bölgesel durumunu gösteren birçok gerilimi çözme kapasitesi hakkında umut oluşturacaktı.

Oysa 2010 yılı, bölgedeki, çözümü zorlaştıran, özellikle -merkezî önemi sürekli olarak kendini doğrulayan- İsrail-Filistin dosyası konusunda ağırlaşan durumla olumsuz etkisini artırdı. ABD başkanı sınırlarını belli etti, birçok gözlemciye göre oluşan hayal kırıklığı başlangıçtaki umut kadar güçlü etki bıraktı. Herkes Washington hükümetinin İsrail hükümetinin yineleyen kışkırtmaları karşısında gösterdiği cılız tepkileri kuşkuyla takip ediyor. Daha da kötüsü, Barack Obama'nın, İsrail'in dayatmalara karşın Filistin bölgesinde Yahudi yerleşimlerini dondurma kararını yürürlüğe geçirmemiş olmasının unutulmasıdır. Washington'un, oldubitti siyasetine dayanan Netanyahu hükümetinin aşırıcı tezlerinin çizgisine geldiği görülüyor.

İç güçlerinin güç ilişkilerinin gelişiminin hep karmaşık olduğu İran İslam Cumhuriyeti'nde Başkan Obama'nın sözlerinin kısmen durumu değiştireceğini umabilirdik. Amerikan açılımı Tahran'ın 1979'dan beri sürdürdüğü kimlik referanslarından birini sarstı. Amerikan karşıtlığı tabii ki yok olmadı ama aynı şekilde işleyemez hale geldi. İran devlet mekanizması içinde birbiriyle mücadele eden tüm hizipler ve klanlar, Barack Obama'nın açılım politikasına göre kendilerini tanımlamak zorunda kaldılar; şüphesiz bu sınırlı bir durumdu ama Bush yönetiminin provokasyonlarının oluşturduğundan farklı bir durum söz konusuydu. Ancak, BM Güvenlik Konseyi'nde yapılan oylamanın da teyit ettiği üzere müeyyide politikasına dönüş bu sözde "uzatılan el politikasını" 2010 Haziran ayında bitirdi.

Bölgenin durumunu hesaba katmayan bu iki dosya, aralarındaki birçok farklılığın ötesinde, ABD'nin Hubert Védrine'in tasvir ettiği hiper güç olmadığını, ancak Ortadoğu'daki gelişmelerin vazgeçilmez aktörü olmayı sürdürdüğünü belirtmektedir.

Ortadoğu'daki sorunlar konusunda kendi önerilerini ortaya koymayı başaramayan ve Washington çizgisindeki politikasının bölgedeki güvenilirliğini zedelediği Avrupa Birliği içinse durum tam tersidir. Böylece Filistin fonlarının en önemli sağlayıcısı olan Brüksel, İsrail hükümetini Batı Şeria'daki ekonomik yükümlülüklerinden fiili olarak kurtarmakta, ancak uluslararası hukukun gereklerini formüle etmekten aciz kalmaktadır. Avrupa projesi tehlikeli bir biçimde aciz kalmakta, bölgedeki güçsüzlüğü belirginleşmektedir. Diğer bir örnek ise Akdeniz İçin Birlik Zirvesi'nin önce haziran ayından kasım ayına ertelenmesi, daha sonra iptalinin, bir kez daha, onsuz adına layık bir Avrupa-Akdeniz işbirliğinin olamayacağı İsrail-Filistin çatışmasının çözümünün gerçekleşemeyeceğini ortaya çıkarmasıdır.

27-29 Mart 2010 tarihlerinde Libya'da düzenlenen 22. Arap Birliği Zirvesi belli başlı katılımcı ülkeler arasındaki ilişkilerin normal sürecine girdiği bir ortamda yapıldı. Saad Hariri'nin Lübnan'da başbakan olmasının ertesinde başlayan Suudi Arabistan-Suriye yakınlaşması burada teyit edildi. Suudi Arabistan aynı hareket içinde en önemli temsilcilerinden Halid Meşal'in Ocak 2010'da Riyad'da kabul edildiği Hamas'ın tutumunun muhtemel sonucu olarak Suriye-Mısır ilişkilerini akışkanlaştırmaya çalıştı. Bu gelişmeler çerçevesinde Arap zirvesi, Washington'un güçlü baskıları sonucunda, Filistin Yönetimi başkanının sıkıntı çekmeden kabul etmesine olanak sağlamak amacıyla, İsrail-Filistin dolaylı görüşmelerine onay verdi. Bu aynı zamanda Barack Obama'nın İsrail hükümetinin terslemelerine karşı durumu kurtarmasına yardım anlamına geliyordu. Yine de İsrail hükümetinin yerleşim politikasını durdurmayı reddetmesi görüşmelerin yeniden başlaması girişimlerine sekte vurdu. Aynı şekilde İsrail'in 31 Mayıs 2010'da Gazze Şeridi'ne gitmekte olan insani yardım filosuna karşı İsrail'in gerçekleştirdiği dokuz Türk vatandaşının ölümüne yol açan vahşi saldırı, İsrailli yöneticilerin gerçek bir barış sürecine metodik bir şekilde karşı olduğunu çok açık bir biçimde gösterdi. Bu nedenden ötürü Arap ülkeleri bu bölgede her geçen gün daha da ağırlaşan sorunları çözüme kavuşturamamaktalar.

Yukarıda aktardığımız birkaç gözlem 2010 yılının kötümser bir bilançosunu ortaya çıkarıyor. Başkan Obama sorumluluklarının düzeyinde başarı gösteremedi. Cumhuriyetçilerin geçtiğimiz yılın kasım ayında yapılan seçimlerdeki zaferi onu daha da zor bir görevle baş başa bıraktı: Cumhuriyetçilerin barış görüşmelerinin yeniden başlamasına en sert muhalefette bulunan İsrailli yöneticilere siyasi yakınlıkları, yine aynı Cumhuriyetçilerin İran'a karşı en sert tepki veren grup olduğu da biliniyor.

Aklın gereği bir kötümserlik varlığını korusa da uluslararası hukukun uygulanması için yorulmaksızın mücadele etmenin iyimserliğini de hep muhafaza etmeliyiz. Ancak bu bedel karşılığında Ortadoğu'da daha az karanlık bir geleceği umabiliriz.

Kaynak: Zaman