ABD yetkilileri, nükleer faaliyetleri hususunda İran'la görüşmelerin nisanda yeniden başlamasından bu yana, Tahran'ın müzakerelerde "zamana oynamasına" müsaade edilmemesine dair defalarca uyarıda bulundular. Aslında, zamana oynayan, Obama yönetimidir.
Bazıları Başkan Obama'nın, nükleer meselenin üstesinden gelebilmek ve İsrail'in ABD'deki başkanlık seçimi süresince İran'ın nükleer hedeflerine saldırmasını önlemek için diplomasiyi kullanmaya çalıştığını iddia ediyorlar. Gerçekte, onun yönetimi daha muzır bir gündem için "zaman satın alıyor:" Tahran'ın nükleer programını sabote edecek gizli operasyonlar için zaman; İran'da rejim değişikliğine zemin hazırlayacak yaptırımlar için zaman ve Amerika Birleşik Devletleri, onun Avrupalı ve Sünni Arap partnerleri ve Türkiye'nin Suriye'de Esad rejimini devirerek İslam Cumhuriyeti'ni zayıflatması için zaman.
Başkan Yardımcısı Biden'in milli güvenlik danışmanı Antony J. Blinken, yönetimin İran politikasının "zaman satın alma ve bu problemi geleceğe taşımaya devam etme" amacında olduğu ve "eğer bunu yapabilirseniz geçici olarak garip şeyler meydana gelebilir" izahatında bulunarak şubat ayında bunu ima etti. Eski Pentagon yetkilisi Michele Flournoy -şimdi hükümetin dışındadır ve Obama'nın yeniden seçilme kampanyasına danışmanlık yapıyor- bu ay İsrailli bir topluluğa, yönetimin görüşüne göre, İran'a saldırıdan önce diplomatik adımlar yoluyla ilerlenmesinin önemli olduğunu, böylece “eylemin meşruiyetinin ortadan kaldırılmamış olacağını" söyledi.
New York Times muhabiri David Sanger geçenlerde "Görevdeki ilk aylarından itibaren Başkan Obama İran'ın ana nükleer zenginleştirme tesislerini çalıştıran bilgisayar sistemlerine karşı gittikçe daha sofistike saldırılar yapılmasına dair gizli emirler verdi, Amerika'nın siber silahları ilk sürekli kullanımını önemli ölçüde genişletti. Üstelik bunun diğer ülkelerin, teröristlerin ya da bilgisayar korsanlarının Amerika Birleşik Devletleri’ne karşı siber saldırılarını haklı çıkaracağını bilerek yaptı” diye bildirdi. ABD istihbarat yetkililerinin, İranlı bilim adamlarına suikastlar ve İran’daki diğer terörist saldırıların arkasında olmakla suçladıkları İsrail de bu programa yakından müdahil oldu.
WikiLeaks tarafından yayımlanan gizli Dışişleri Bakanlığı yazışmaları, başkanlığının başlangıcından itibaren Obama ve ekibinin, diplomasiye öncelik verilmesini, İran petrol ihracatına yönelik şiddetli sınırlamaları da içeren daha sert yaptırımlar için uluslararası destek toplamanın bir vasıtası olarak gördüklerini gösteriyor. Bu yaptırımların gayesi nedir? Sene başında yönetimdeki yetkililer Washington Post’a, gayelerinin İran halkını hükümete karşı getirmek olduğunu söylediler. Bu, Tahran’ı nükleer faaliyetlerini azaltmak üzere ABD’nin taleplerini kabul etmeye ikna ederse ne ala; halktaki öfke, İslam Cumhuriyeti’nin yıkılmasıyla neticelenecekse de yönetimdeki çoğu kişi bundan memnun olacaktır.
Suriye’de karışıklıkların ortaya çıkmasının kısa bir süre sonrasından itibaren Obama’nın ekibi, rutin olarak Suriye güvenlik kuvvetlerinin eliyle binlerce masum insanın ölümü diye tanımladıkları olaylardan büyük öfke duyduğunu ifade ederek Başkan Beşşar Esad'ın görevi bırakması çağrısında bulunuyor. Ama bir seneden fazla bir süredir bunlar, Esad’ın devrilmesi ya da ortadan kaldırılmasının Tahran’ın bölgesel pozisyonuna ağır bir darbe -belki de İslam Cumhuriyeti’nin ölümüne yol açacak kıvılcım- olacağı değerlendirmesinde bulunarak Suriye’deki durumun farklı bir konusu üzerine odaklandılar. Washington'un ülkedeki iç ihtilaflarda arabuluculuk yaparak hayat kurtarabilecek teklifleri desteklemeyi reddederken, Suriye’de hükümet kuvvetlerine saldıran isyancılara “öldürücü olmayan” destek verme kararının arkasındaki gerçek güdü de işte budur.
Geçen ay İranlı muhaliflerle görüşen Dışişleri Bakanlığı yetkilileri, Obama'nın İran politikasını gayet yerinde olarak şu şekilde özetlediler: "Nükleer program, bunun İsrail güvenliği üzerindeki etkileri ve rejim değişikliğine giden yollar." Bu ekip bu hedeflerle nükleer görüşmelerde zamana oynamaktan başka ne yapabilir? Obama’nın başkanlığının ilk aylarında İran üzerinde çalışan eski iki Dışişleri Bakanlığı yetkilisinin, yönetimin "diplomasinin başarılı olacağına asla inanmadığını" ve “bu konuda hiçbir zaman ciddi olmadığını” doğrulayan kayıtları vardır.
İran’la konuşulmamasının sebebi
Bununla beraber, İran'dan nükleer faaliyetlerini durdurmasını talep etmek ve buna uymadığı zaman baskıları arttırmak Amerika'nın Orta Doğu'daki pozisyonunda hiçbir işe yaramayacaktır. Batılı güçler yaklaşık 10 senedir İran'ı sivil amaçlı nükleer programından uzaklaştırmaya çalışıyor. Tahran, yerli yakıt çevrim kapasitesi hususunda egemenlik hakkını teslim etmeye hiçbir an yanaşmadı, buna uranyum zenginleştirme de dahil.
Yaptırımlar ve askeri tehditler sadece İran'ın kararlılığını arttırmaya yaradı. Washington ve Tel Aviv tarafından uygulanan tüm baskılara rağmen, İran'da faal haldeki santrifüj sayısı binden az iken son beş senede dokuz bini geçti. Tahran defalarca, uranyum zenginleştirme hakkının tanınması karşılığında nükleer faaliyetlerinin daha davetsiz takibini -ve belki de müzakereler uyarınca faaliyetlerinde sınırlamaya gitmeyi- kabul edeceği teklifinde bulunmuştu.
Hakların tanınması için daha fazla şeffaflık... Bu, Washington'la Tahran arasında anlaşma sağlanmasının mümkün olan tek esasıdır. İran'ın bir dizi müzakerede ilerleme sağladığı yaklaşım tam olarak budur. Bu hakkı reddetmek ancak diplomatik başarısızlık ve Amerika'nın bölgesel ve küresel olarak duruşunda daha fazla aşınmayı temin eder.
George W. Bush yönetimi İran’da uranyumun güvenli bir şekilde zenginleştirilmesini kabul etmedi. Aslında yönetim, Tahran zenginleştirme programını tamamen durdurmadan İran’la görüşmeyi de reddetti. Bu durum İran’ı nükleer faaliyetlerini geliştirmeye teşvik etmekten başka bir işe yaramadı. Kamuoyu araştırmaları, Amerika’nın dikte ettiklerine direnmeyle aslında Tahran’ın, nükleer duruşu dolayısıyla bölge halklarından destek kazandığını gösteriyor.
Bazı oldukça taraflı analistler, Bush'un aksine Obama'nın aslında başkanlığının başlarında İran'da güvenli zenginleştirme ilke ve realitesini kabul etmeye hazır olduğunu iddia ederler. Onun yönetiminin, güvenli zenginleştirmeyi kabule gönüllü olmayla tutarlı bir tavır içinde davranmayı başaramadığı her zaman aynı analistler bunu Kongre ve İsrail'den gelen baskılara atfettiler.
Gerçekte ise Obama ve ekibi, zenginleştirmenin kabul edilebilir olduğunu hiçbir zaman ciddi şekilde düşünmedi. Bunun yerine, bizzat başkan, görevinin başlarında, İran'ın baş ve uluslararası gözetim altındaki zenginleştirme tesisine karşı beklenmedik siber saldırılar başlatmaya karar verdi. Ekibi, sadece güvenli zenginleştirmeyi içeren bir anlaşma Amerikan güvenliği için kötü olacağı (kötü olmayacak) için değil, bunu kabul etmenin ABD'nin İslam Cumhuriyeti'ne yönelik duruşunu, daha geniş manada da, Amerika'nın Orta Doğu'ya hükmetme stratejisindeki bocalamayı daha esaslı bir değerlendirmeye zorlayacağı için de daha gerçekçi bir yaklaşıma direndi.
Çin seçeneği
İran'ın zenginleştirme hakkının kabulü, İslam Cumhuriyeti'nin meşru milli çıkarları olan meşru bir varlık olduğunun, muhtemelen dış politikasında (mesela ABD yönetimlerinin Enver Sedat ve Hüsnü Mübarek dönemindeki Mısır'dan bekledikleri gibi) Washington'a tabi olmayacak yükselen bir bölgesel güç olduğunun da kabulünü gerektirir. Bu, Amerika Birleşik Devletleri'nin, 1070'lerin başlarında bir diğer yükselen, bağımsız güç olarak Çin Halk Cumhuriyeti'yle uzlaşmasında olduğu gibi İslam Cumhuriyeti'yle de uzlaşacağı anlamına gelir.
Amerika'nın İran politikası halen Çin'de devrimcilerin 1949'da iktidarı ele geçirmesinden sonra 20 sene kadar Çin politikasını yanlış yola sokana benzer bir hayale saplanmış durumda. Washington bir şekilde tecrit eder, boğar ve sonunda, kitle hareketleri sonucu oluşmuş, uzun bir Batı hakimiyeti döneminin akabinde kendisini milli bağımsızlığı yeniden tesise adamış siyasi düzeni devirirdi. Bu, Çin'de işe yaramadı. Muhtemelen İran'da da işe yaramayacak.
Amerikan diplomatik tarihinde en önemli girişimlerden birinde Başkan Nixon ve Henry Kissinger nihayet bu realiteyi kabul etti ve Washington'un Çin politikasını bu realiteye göre yeniden dizayn etti. Maalesef, Washington'un İran politikasında henüz Nixon'vari an gelmedi. Sırasıyla tüm ABD yönetimleri -Obama'nın yönetimi de dahil- aptallıkta ısrar etti.
Gerçek şudur: Obama Mayıs 2010’da, Brezilya ve Türkiye İran’la, düşük seviyede zenginleştirilmiş uranyumunun büyük bölümünü yurt dışına göndermesi, bunun karşılığında da Tahran’daki araştırma reaktörü için yakıt verilmesi konusunda bir anlaşmaya aracılık ettikleri zaman nükleer anlaşma yapabilirdi. Obama tarafından o zamanın Brezilya Devlet Başkanı Lula ve Türkiye Başbakanı Erdoğan’a gönderilen mektuplardaki tüm şartları yerine getirmesine rağmen Obama, İran’ın zenginleştirme hakkı tanındığı için anlaşmayı reddetti. (Bunun anlaşmanın reddinin baş sebebi olduğu, Obama'nın İran politikasının mimarı Dennis Ross tarafından sene başında doğrulandı.) Obama’nın ekibi, 2010’dan bu yana pozisyonlarını yeniden düşünmeye yanaşmadı. Bunun sonucu olarak bir diğer diplomatik başarısızlığa doğru gidiliyor.
Orta Doğu hükümetleri, kendi halklarının endişe ve tercihlerini bir şekilde daha temsil eder hale gelirken -Mısır ve Irak'ta olduğu gibi- bunlar Amerika Birleşik Devletleri'ne stratejik uyuma daha az eğilimli oluyorlar. Bu, Washington'u şimdiye kadar berbat bir şekilde uygulama dışı olan şeyleri yapmaya zorluyor: Önemli bölge ülkeleriyle çıkarların karşılıklı olarak belirlendiği, gerçek bir ver ve al ilkesine dayalı olarak samimi diplomasi takip etmek. Hepsinden önce, Amerika'nın gerilemesini ters çevirmek, İslam Cumhuriyeti'yle yakınlaşmasını gerektirir (tam da Çin Halk Cumhuriyeti'yle yakınlaşması gerektiğinde 1970'lerin başlarında pozisyonunu canlandırmasında olduğu gibi).
Bunun yerine, George W. Bush'un görevden ayrılmasından 3,5 sene sonra, halefi, İran'ın Washington tarafından dikte edilenlere teslim olması, aksi takdirde saldırıyla karşı karşıya kalacağında ısrarı sürdürüyor. Obama böyle yapmakla Amerika'yı büyük ihtimalle gelecek başkanlık döneminin ilk yıllarında Orta Doğu'da ABD tarafından başlatılan bir başka savaş patikasına hapsediyor. İran'a karşı açılan savaşın Amerika'nın stratejik pozisyonunda oluşturacağı hasar, Irak felaketinin buna kıyasla çok küçük görünmesine yol açabilir.
Kaynak: Mother Jones
Dünya Bülteni için çeviren: Emin Arvas