Dostlar, dostun içkili araba kullanmasına izin vermez diye eski bir Amerikan sloganı vardır. Bunu ölçü olarak aldığımızda, Amerika son on yıldır İsrail'in gerçek bir dostu değildir. Zira Amerika İsrail'in öylesine pervasız bir davranış modeli geliştirmesine izin verdi ki İsrail'in çevresindeki devletler ve halklarla barış içinde bir arada yaşama ihtimalini tehlikeye soktu.
Saldırgan bir sarhoş, en fena küfürlerini ona hakikati söyleyen, davranışının tahammül edilebilir gibi olmadığını, hem kendisini hem de başkalarını tehlikeye attığını ve devam etmesine izin verilemeyeceğini söyleyen dostlarına saklar.

Dolayısıyla İsrail'in en kavgacı liderlerinin yumruklarını Türkiye'ye savurmasında, en son da dışişleri bakan yardımcısının Türk büyükelçisini kasıtlı olarak aşağılamasında şaşılacak bir şey yoktur. Dile getirilen şikâyet, İsraillilerin bir Türk dizisinde olumsuz şekilde tasvir edilmeleriydi. Daha derindeki şikâyet ise Türkiye'nin eski dostu Türkiye'nin artık ABD veya Avrupa'nın işitmediği bir mesaj iletmeye başlaması: İsrail'le normal ilişkilerin sürdürülmesi, İsrail'in barış politikası izlemesine bağlıdır.

Amerika'nın Ortadoğu politikasının kesinlikle İsrail'in tarafını tuttuğu Clinton yıllarında, İsrail'in belirli sınırlara sahip olmamasından kaynaklanan bir çatışma durumu içinde olduğu kabulüne bağlıydı yine de. İsrail'in nerede başladığı ve nerede bittiği, o sınırlar içerisinde kimin yeri olduğu, 1948'den beri bir çatışma meselesidir.

Clinton ve İsrail'li mevkidaşı İzak Rabin, Filistinlilerin niçin silahı kaptığını tam olarak anlamışlardı: Fanatik dini bir ideoloji veya Yahudi nefretinden dolayı değil de 1948'de topraklarını kaybetmiş olmaları, 1967'de Batı Şeria ve Gazze'nin işgaliyle özgürlüklerini kaybetmiş olmalarından dolayı idi. Filistinliler benzer şartlarda şerefli her halkın vereceği tepkiyi veriyorlardı ve İsrailliler de bunu biliyorlardı.

Rabin, Filistinlilere kaybettikleri toprakların, hiç değilse bir kısmının verilmesiyle ve acıklı durumlarına adil bir çözüm sunulmasıyla barışın sağlanabileceğine inanıyordu. Clinton, iki devletli bir çözümle komşularıyla arasındaki çatışmayı gidermesine yardım ederek İsrail'e karşı dostluğunu ifade etti.

Fakat Camp David iflas etti ve arkasından İkinci İntifada başladı; Clinton'ın yerini George Bush aldı; İsrail'de ise "barış için toprak" ilkesinin sert muhalifi Ariel Şaron da iktidara geldi. Barış sürecinin öldüğünü ilan etti ve ezici bir askeri güçle İkinci İntifada'yı bastırmaya koyuldu.

11 Eylül saldırıları, Amerikan politikasındaki değişime mührünü vurdu. Bush yönetimi, küresel "terörle savaşında" önemli bir cephe olarak, İsrail'in kendisini İkiz Kulelere saldıranlarda olduğu gibi aynı nihilist ideolojinin teşvik ettiği teröristlerin saldırısı altındaki bir diğer batılı ülke olarak tasvir edişini memnuniyetle kabul etti. Hamas ve el Aksa Şehitleri'nin intihar saldırıları bu anlatının ekmeğine yağ sürdü, barış için taviz versin diye İsrail'e baskı yapılması fikrini sona erdirdi; İsrail-Filistin ilişkisinde kilit mesele artık İsrail'in güvenliğiydi. Terörle savaş adına İsrail'e Filisitinlileri bombalama ve ablukaya alma serbestiyeti tanındı.

George Bush'un İsrail'i dizginlemekten vazgeçmesinin yanı sıra aynı şeyi yapsınlar diye Avrupalılara da kabadayılık yaptı. İsrail'in "terörle savaşını" desteklemek, Washington'ın İsrail'e Filistinlilerle toprak karşılığı barış yapması için İsrail'e bastırmasına yol açabilir şeklinde boş bir ümit taşıdılar belki de.

Tam tersine yol açtı. İsrail, savunmadaki Filistinlileri dövmekte ve intihar bombacılarını dışarıda tutmak için güvenlik duvarı inşa etmekte serbestti; ve aynı zamanda İsrail'in işgal altındaki Batı Şeria ve Doğu Kudüs topraklarındaki kontrolünü pekiştirdi. Filistinlilerin gözden ırak olmasıyla, duvarın arkasındaki İsrail toplumu basitçe yoluna devam etti.
İsrailliler, kendi toplumlarının bekası için barışa ihtiyaçları olduğuna artık inanmıyorlar. Kamuoyu yoklamalarına göre İsraillilerin yüzde 40'ı, Filistinlilerle barış görüşmelerinin yeniden başlamasını ümit ediyor ancak bu yolla bir şey elde edilebileceğine inananların oranı bu yüzdenin ancak yarısı kadar. İsrail liderleri demografik değişimin iki devletli çözümü şart koştuğunu artık kabul etseler de, bu soyut bir ilke; İsrail toplumu şu an statüskodan memnun. Ama ne ki Filistinliler için tahammül edilebilir gibi değildir.
Söz konusu olan ister İsrail'in Doğu Kudüs'te kontrolü artırması isterse Gazze ekonomisinin boğulması veya Gazze'nin bombalanarak enkaza çevrilmesi olsun, Amerika'nın muvafakati, İsraillilerin hiçbir eleştiriye veya kısıtlamaya dayanamayan bir küstahlık geliştirmelerine yardım etti. Barack Obama, yerleşim birimleri inşasını durdurmanın İsrail'in çıkarlarına olduğunu söylemesine rağmen, İsrail'e gerekli baskıyı uygulamanın siyasi bedelini hiç bir Amerikan başkanının ödeyemeyeceğini bilen İsrailli liderler onun bu talebini göz ardı ettiler.

Bugün İsrailli liderler Türkiye'nin "İslamcı kampa" kaydığından sızlanıyorlar. Gerçek şu ki Türkiye - geçen yıl İsrail'in Gazze'de orantısız güç kullanmasını kınamakla başlayan - acı gerçekleri anlatan yakın bir müttefiktir. Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, İran ve Hamas gibilerle yakınlaşma kabiliyetine Washington'nın dayattığı kısıtlamalara kulak asmıyor ve Gazze'den Afganistan'a kadar uzanan bir coğrafyadaki çatışmalarda en etkili arabulucu olarak hızla yükseliyor.

Eğer İsrail ileriyi görebilseydi, bu gelişmeleri olumlu karşılayabilirdi. Şimdiye değin İsrail'in davranışına aleni olarak meydan okumayı dileyen bölgedeki tek lider, İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad'dı, ki İsrail'in bu eylemlerinin ve bir de diğerlerinin bu eylemlere meydan okumada düştüğü acziyet neticesinde bölgesel nüfuzu kayda değer bir şekilde artmıştır.
Batılı güçlerin artık söyleme iradesi göstermediği şeylerde Türkiye başı çekerse İsrail için -samimi söylemek gerekirse ABD için de – hayırlı olacak bu. Çünkü Türkiye'nin mesajı çok basit. İsrail'in ayılması gerekiyor.

 
Kaynak: The National (BAE)
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı