"Deprem değil, çöken çatı öldürüyor." Bu tespiti çocukken anneannemden duymuştum. Anneannem, 1939 Erzincan depreminde beş çocuğunu enkaz altında bırakmış, yaşadığı şokun etkisiyle de bir zaman deli divane yaşamış bir kadın. Kapalı ve basık ortamları sevmez, tavanlardaki küçük sallantılar, avizelerdeki oynamalar, fırtına çıktığında çatılarda oluşan sarsıntılar karşısında alabildiğine tepkisel davranırdı. Yaşadıklarının etkisiyle bir deprem filozofu olmuştu. Çocuklarını yitirmesinin sebebi "zelzele" değil, kusurlu inşa edilmiş evdi; böyle söylerdi. Bunun etkisiyle olmalı, daha ilkokul çağında düşünmeye başlamıştım bir binanın dayanıklılığını sağlayan sebepler üzerine. Temeller nasıl olur da ayakta tutar binayı, kolonlar kirişler büyük sarsıntılara nasıl direnir, hangi malzemeler bir evi daha dayanıklı kılar...  

Haiti'de gerçekleşen 7.3 şiddetindeki depremde yüzbinlerce insan insanın hayatını yitirdi. Depremin ardından başkent Port-au- Prince enkaz ve yağmalarla bir kıyamet manzarası sundu dünyaya. Köle ticaretinin acı mirası yanında bir bağımsızlık savaşının gururunu da taşıyor Haitililer. Yine de köleci ve sömürgeye dayalı düzenin sefalet mirası hükmünü sürdürüyor. Nüfusun yarısına yakın bir kısmı hayatını yurtdışından gönderilen paralarla idame ettiriyor. 

Bunca ölü canın başlıca sebebi depreme dayanıksız, pek çok açıdan yaşamaya uygunluğu kuşkulu binalar.

Deprem geçiren insanın eviyle ilişkisi, ilkel sayılan atalarının barınak ihtiyacını anlatan açıklamalar kadar yalınlaşıyor: Güvenlik, sadece güvenlik. Her şey en yalın ve basit olandan başlıyor ve giderek karmaşıklaşıyor. Önce bütün katlarından yalıtıyor şehir kendini, görmüş geçirmiş bir deprem şehri olan Erzincan'da yaşandığı gibi, bahçeli evleri, prefabrik yapılarıyla, genişleyerek yayılıyor. Giderek unutuyor kayıplarını, sokaklarda ve çadırlarda geçirdiği kış gecelerini, akıl kaybına yol açan bebek ölülerini ve diğer şehirlere benzemeye başlıyor bir yere kadar ki günün birinde deprem yine geliyor, kusurlu binaların gücünü sınamak istermiş gibi. 

Sakarya depremi sırasında İstanbul'daydım; bir apartmanın dördüncü  katında. William Blake'in 'azalmanın sınırı' olarak nitelediği sağır duvarlar üzerimize üzerimize geliyordu. Bir geceyi parkta geçirmiştik, büyük küçük çoluk çocuk. Birkaç yıl önce de  ikiyüz kilometre kadar uzaklıkta, kuzeydeki Gülistan eyaletinde meydana gelen deprem sırasında Tahran'daydım. Gündüzdü. İnsanlar evlerden sokaklara akarken, aynı soruyu soruyorlardı: Yüz yılda bir gelmesine alışılmış depreme ilişkin bir öncü sarsıntı olabilir miydi bu? Büyük deprem geldi geliyor gibi görünüyor, ama alınan tedbirler, yaşanacak muhtemel zorlukların yanında çok yetersiz. İran'ın özel televizyon kanalları ve 'Deprem Dede'leri olmadığı için, şayiaları fısıltı gazeteleri taşıyor ancak; devlet televizyonu ise her zamanki gibi sakınımlı ve ketum. Söylentilere bakılırsa beklenen Tahran depreminde ilk iki-üç dakika içinde üç milyon kişi ölecek.

Ev kapıları korkunç mağara ağızları gibi görünüyordu sahiplerine. Sokaklarda öbekler oluşturarak saatler geçirmiştik. Arabalara doluşup şehrin dışına çıktık sonra.

Taşıyıcı  sistemin malzemesine uygun bir tasarım gerçekleştirildiğinde, binanın depreme dayanıklılığı da artıyor. Böyleyken apartmanlar gecekondu misali konduruluyor,  zemin özelliklerinin de hiç  hesaba katılmadığı arazilere.

Geçmiş yüzyıllarda, diyelim ki Ortaçağ'da üretim zamanı uzar giderdi bütün yapımlar için, seri üretim gerçekleşmediği halde bile. Bir eser veya bir yapı üzerine yıllar ve onyıllar boyunca çalışılırdı. Bazen yapımına başlanılan bina içinde yaşanılırken gelişmeye devam ederdi. Binaların yapımının bir insanın ömrünü aşacak kadar uzun bir zamanda tamamlanması kaygı konusu olmazdı. "Uzun zaman içinde, ama sağlam ve uygun"; kural buydu.

Bu özenli işçilikler nedeniyle de eski bir binanın yanından geçerken, taş veya ahşap, nasıl olursa olsun, güzel bir duygu sarar ya içimizi… Bu bir köy evi olur, Erenköy'de bir paşa konağı, Mardin'de eski postahane binası olur…

Gecekondu tarzında fakat bir aceleyle inşa edilen binalar, temelinden itibaren ölüme davetiye çıkartıyor.

15 Temmuz 1972'de ABD'de, Saint. Louise şehrinde, 1955 yılında yapılmış olan modern  Pruitt-Igoe konutları sağlıksız bulundukları için dinamitlenerek yıkılmıştı ve bu yıkım post-modernlere göre sadece modern mimarinin değil, modernizmin de ölüm tarihiydi. Fakat kötü şehirleşme konusunda önlem almakta yetersiz kalan ülkelerde Pruitt-Igoe tarzında binaların yapımı sürüyor ve kolaylıkla yapım izni alınmış binalar bazen hafif bir depremle bile çöküyor, içinde yaşayan insanların üzerine.

Toplu konutlara "hücre", "kafes", "kümes", "insan siloları" gibi adlar verilmesi boşuna değil. Çatılardan, duvarlardan ölüm yağdı insanların üzerine Haiti'de. Deprem, bu ülkede yoksulların hakikatte bir evi olmadığını açığa çıkarttı.