Polis merkezinde bir nezarethane… İki hücre yan yana… Birisinde “Deccal” adı verilen, “İslamî terör” eylemlerinin yöneticisi ve müsebbibi birisi oturuyor. Diğerinde, yanlışlıkla Deccal diye tutuklanmış olan Hacı Gümüş… Birisi şalvarlı, uzun sakallı ve kötülük dolu bakışlara sahip… Diğeri “çağdaş” Batılı kıyafetler giymiş, sakalsız ve sevgi dolu derin bakışlarla kendisine kötülük edenlere bile merhamet gösterebilen bir “bilge”...
Deccal yakalandığında, Hacı Gümüş serbest bırakılmadan önceki son sahneden bahsediyorum. Bu fotoğraf, filmin tümünün oturduğu düzlemi oluşturuyor. Fotoğrafı destekleyen başka karelerle birlikte film “Onu alma; Beni al!” türü bir didaktizme dönüyor. Hacı Gümüş’ün eşi Hıristiyan… Kızının önce kilisede, sonra da camide nikâh yapmasına hoşgörüyle destek verecek kadar diyalog ve sevgi yanlısı! Deccal ise kendi savaşında herkesin kafasını kesecek kadar cani… Mücadelesini haklandırmak için Kur’an ve sünnetten cihad ile ilgili örnekler veriyor. Hemen yanındaki hücrede yer alan Hacı Gümüş, sevgi, hoşgörü ve diyalogla ilgili Deccal’ı hemencecik susturabilen ve onu bir cahile “indirgeyen” cevaplar veriyor.
Hollywood’un Şabloncu Sineması
Hollywood standardizasyonunun dünya sinemasına yaptığı en büyük kötülük, büyük paralar harcayabilecek yapımcı ve yönetmenlere uygun şablonları dolaşıma sokması ve makbul ana akım sinemanın kodlarını oluşturmasıdır.
Türkiye sinemasında bir iki yıl önce “Kelebek” adında benzer bir film vizyona girmiş ve ben o filmi “Onu alma; Beni al!” tipi bir propaganda filmi olarak tanımlamıştım. O film de Türkiye sineması için oldukça büyük bütçelerle, Hollywood oyuncu ve sinema teknisyenlerinin destekleriyle çekilmiş ve aynen Mahsun Kırmızıgül’ün yaptığı gibi dikatomiler aracılığıyla bir fikir inşa etmeye çalışmıştı.
Dikatomiler oluşturarak hikâye kurmaya ve hikâyesini anlatırken olabildiğince gösterişe yaslanan filmlerin ana çizgisini, Hollywoodlaşmak adını verdiğim kanserojen bir sinema virüsü belirliyor. Kanserojen; çünkü dünyanın ana akım büyük bütçeli bütün filmlerine kanser gibi yayılan bir biçim imal ediyor. Gösterişli kamera açıları, değişik şehir ve ülkelerde yapılan çekimler, büyük şehirlerin kuşbakışı manzaralarının yer aldığı albenili fotoğraflar… Parası bol olanların ilk yaptığı şey arabaları, uçakları, helikopterleri parçalamak ve bunları olabildiğince “gerçekçi” sahnelemek oluyor. Sinemada “gerçekliğin” böyle kurulabileceğini zanneden kanserojen bir etki bu maalesef.
Kırmızıgül’ün “New York’ta Beş Minare” filminde yaptığı şey, Batılıların islamofobilerine yönelik, oradan bir bakışla “onu alma beni al” demektir aslında aynen “Kelebek” filminde olduğu gibi. Karşıtlıklar tipik bir Hollywood filminde olduğu gibi olabildiğince keskinleştiriliyor. Bir tarafta “melek” Hacı Gümüş, öte tarafta da kötülük timsali Deccal var. Mevlana’dan, Yunus’tan, Said-i Nursî’den örnekler veren Hacı Gümüş “Beni al” demektedir Batılılara. Hıristiyan eşiyle, son derece “açık görüşlü” kızıyla ve bağlılarıyla bir imajdır O. Ayasofya’da eşi istavroz çıkarırken, onunla yan yana dua edebilmektedir… Böylece bir fotoğraf sunulur; “İslam benimkidir, onunki değil!” fotoğrafı.
Filmde beni ilgilendiren asıl şey, İslam’ın şu ya da o düzeye basit bir çocuk oyunu gibi indirgenmesinden ziyade, bunun aktarılış biçimi oldu. Kırmızıgül’ün çizdiği resimde, kardeşini 11 Eylül’de İkiz Kuleler’in altında kaybetmiş Amerikalı polis şefinin Müslüman nefretinin Batılıların nefretinin arka planını temsil ettiği ve bu duygunun “muallâk” ve “giderilebilir” bir şey olduğu ortaya konuyor gözümüze sokarcasına… Bu duyguyu gidermek için yapılması gereken tek şey, Hacı Gümüş gibi “örnek” şahsiyetler sunmaktır aslında.
Kırmızıgül’ün kendi dilini oluşturmaya başladığını iddia edenlere söyleyebileceğim tek şey, orta malı olmuş, klişelerle bezeli kanserli bir Hollywood dilinin, hiç kimsenin kendi dili olamayacağıdır. O dille yapılan tüm filmler, seyirciyi “kandırmak”, “eğlendirmek”, “dinlendirmek”, “ağlatmak” için standart şablonlarla bezeli filmlerdir çünkü. Aralara küçük sürprizler, sona da şok sürpriz koydunuz mu film tamamlanmış olur. Türkiye yapımı bir Hollywood filmi…
Mahsun Kırmızıgül’e ve onun samimi olduğunu düşündüğüm film yapma çabasına yapılabilecek en büyük kötülük, bu filmi iyi bir film olarak adlandırmaktır bence. Hollywood’un teknisyenlik haline dönmüş film endüstrisine bir fazla bir eksik yönetmen kazandırmanın hiçbir ülke sinemasına faydası yoktur. Filmde bir iki ayet hadis geçti ve İslam “kötü değil iyi” belirlemesi yapıldı diye filme övgüler düzenlere, filmin son derece basit bir propaganda filmi olduğu düşüncemi bir kez daha iletmek istiyorum. Propagandanın “onun” ya da “benim” tarafıma yönelik bir imaj çalışması olmasının benim nazarımda zerre kadar önemi yoktur. Propaganda, düşünmeyi, hissetmeyi, derinleşmeyi, “hâl”e ortak olma duygusunu yok eden zehirli bir şeydir çünkü.
Türkiye’de, özellikle İslamî kesimde, “Kelebek” ve “New York’ta Beş Minare” filmlerinden sonra görülen coşkuyu anlamakta ciddi zorluk çekiyorum. İnsan, bir tarafa kapkara, diğer tarafa süt beyazı fotoğraflar koyan ve “bakın işte, gerçek çok açık değil mi; onu alma da beni al!” diyen standart şablon ve klişelerle dolu tekno-sinema ile anlaşılamaz çünkü. İslam hele bu şekilde hiç anlaşılamaz. Sanırım Müslümanların bir şey anlatmaya çalıştığı sinema filmlerinde ilk aşmamız gereken bu kompleksli ve şabloncu teknokrat bakışı olmalıdır.
Kaynak: Özgün Duruş