Avrupa ve Amerika'daki pek çok kişi Türkiye'yi yanlış anlıyor. Bunun nedeni sadece Türklerin kendilerini rahatça Avrupalı, Avrasyalı, Balkan, Akdenizli ve Yakındoğulu olarak anmaları ve bu son derece mondern, ticari bakımdan faal NATO üyesinin aynı zamanda İslam Konferansı Teşkilatı'nın öncü sesi olması değildir. Nüfusu, Almanya'nın nüfusundan yalnızca yüzde 10 daha düşüktür; ulusal zenginlik bakımından G-20 arasında 15'nci sıradadır; 2009'da yaklaşık yüzde 5 daralmanın ardından 2010'da yüzde 10 civarında büyüme kaydediyor ki küresel mâli krizi müteakip en hızlı toparlanmalardan biridir.

Yaklaşık ikibin yıldır imparatorlukların, dinlerin, ticaret yolları ve bölgesel çatışmaların kavşağında olan Türkiye bir kez daha kavşakta. 29 Ekim'de Türkiye Cumhurbaşkanı ve başörtülü eşinin ayrı, askeri liderlerin yani "laik devletin bekçilerinin" ayrı bir resepsiyona evsahipliği yapmaları bunun sembolüdür.
Tüm bunlar nasıl oldu?

Osmanlı İmparatorluğunun I. Dünya Savaşı'nda mağlup olmasının ardından karizmatik lideri ve ilk cumhurbaşkanı Kemal Atatürk, Türkiye'ye laik cumhuriyet şekli kazandırdı. Türkiye, Atatürk 1938'de ölene dek köklü dönüşümler yaşadı. En bâriz değişimler şapka ve kıyafet devrimi, harf devrimi, din ve devlet işlerinin katı bir şekilde ayrılması ve orduya laik düzenin bekçiliği rolünün tahsis edilmesidir. Bu rol, laikliğin tehlikede olduğunu düşündüğü takdirde ordunun dönem dönem siyasete müdahale gerekçesi olmuştur. Yeni Türk ulus devleti, Osmanlıların çok-kültürlü ve çok-dilli imparatorluğunun yerini almıştır.

Türkiye, II. Dünya Savaşı sırasında tarafsız kalmayı başardı ve müttefik kuvvetlere ancak 1945 Şubat'ında katıldı; fakat 1940'ların ortalarında ve sonlarında Soğuk Savaş hattı çizilirken Sovyetlerin ileri sürdüğü toprak iddiaları, Türkiye'yi taraf seçmeye zorladı. Soğuk Savaş süresince Türkiye'nin yönelimi belliydi: Batılı bir ülkeydi; Sovyetleri ve onun uydularını kuşatmak üzere tasarlanmış müttefik zincirinin hayati bir halkasıydı.

1952'de NATO'ya katıldıktan sonra Anadolu'da büyük bir Amerikan üssüne evsahipliği yaptı ve savaş zamanında Sovyetlerin Karadeniz filosunun Akdenize çıkışını engelleyecek olan kapıları (İstanbul ve Çanakkale boğazları) tuttu. Ayrıca Sovyetlerin Ortadoğu petrolüne erişimini engellemek amacıyla kurulan Bağdat Paktı'nın bir üyesiydi.

Ancak 1980'lerin sonlarında Sovyet komünizminin çöküşü yeniden saflaşma sürecini başlattı. Boris Yeltsin'in yönetimindeki Sovyet sonrası dönemin Rusyası içe döndü ve Türkiye'nin stratejik planlamacılarının başlıca kaygısı sona erdi. Sovyet tehdidinin yok oluşu üzerine Türkiye, yeni jeopolitik gerçekliği tanıyan yeni bir stratejik doktrine ihtiyaç duydu.

Türkiye'nin uzun süre Washington büyükelçiliğini de yapmış tecrübeli diplomat Şükrü Elekdağ, Türkiye'nin bazı komşularından kaynaklanan potansiyel tehditlerle yüzyüze olduğunu, Suriye ve Yunanistan'la aynı anda savaşa hazırlıklı olması gerektiğini ve PKK kaynaklı terör tehdidini etkisizleştirmesi gerektiğini savunmuştu. Bu yeni strateji mantıken Washington'la geleneksel ortaklığın devamını öngörüyor ama aynı zamanda yeni bir stratejik ortak ilave ediyordu. Tel Aviv.
Türkiye 1990'ların sonuna doğru yeni bir rol imkanı elde etmiş ve Avrupa Konseyi, OECD ve AGİT üyelikleri, Avrupa Birliği üyeliğini birinci öncelik haline getirmişti. Bu ise Ege konusunda Yunanistan'la yumuşamayı, Kıbrıs'la ilgili daha esnek bir politikayı ve Suriye'yle ilişkileri iyileştirmeyi talep ediyordu. 2002'de yapılan genel seçimlerde AK Parti ve Tayyip Erdoğan'ın iktidara yürüyüşü üzerine Türkiye, Elekdağ'ın karşılaşmacı stratejik dokrinlerini terk edip farklı bir rol tanımladı.

ABD'nin 2003 yılında Irak'a yapacağı müdahaleden şüphe duyan, İsrail'le arasına mesafe koymak isteyen ve Çin, Hindistan ve Brezilya gibi ülkelerin ekonomik performansına eş bir performans sergileyen Erdoğan hükümeti, 2007 yılında yapılan seçimlerde kesin bir zafer elde ettikten sonra Türkiye'nin dünyadaki yerini yeniden tanımlamaya artık hazırdı.

Erdoğan'ın dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu, geniş bir stratejik bakış açısı üzerinde durmakta ve Türkiye'nin komşularıyla "sıfır sorun" istemektedirler. AB üyeliği halen birinci öncelik ama genişleme yorgunluğu ve Fransa-Almanya muhalefeti, üyelik ümitlerini azaltmaktadır. Türkiye ve Brezilya, İran'ın farazi nükleer planlarına yönelik alternatif bir yöntem sundular ve BM müeyyidelerine destek vermediler. İsrail'in Gazze'yi işgali ve İsrail'in işgal altındaki Batı Şeria topraklarında uyguladığı yerleşim politikalarını Erdoğan'ın yüksek sesle eleştirmesi üzerine Türkiye-İsrail ilişkileri kötüleşti.

Erdoğan ve Davutoğlu, yıllar içerisinde iltihap toplamış tehlikeli durumları istikrara kavuşturmada esasen hem batı çıkarlarını hem de bölgesel çıkarları destekleyen Türkiye'yi Ortadoğu meselelerinde barışçıl çözümlere vesile olabilecek bir aracı olarak konumlandırmaya çalışmaktadırlar.


Üst düzey subaylar ülke demokrasisine darbe planlamaktan dolayı yargılanmayı beklerken, Erdoğan hükümeti genel seçimlere hazırlanıyor ve muhtemelen yeni bir anayasa hazırlıyor. Sırf Atatürk'ün laik ilkelerine adanmış subaylar Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün başörtülü eşiyle tokalaşmayı istemiyorlar diye iki ayrı cumhuriyet resepsiyonu düzenlenmiş olması Türk kamuoyunu etkilememiştir ve dış gözlemcileri de etkilememelidir.

Yazarlar hakkında: Theodore Couloumbis, Hellenic Foundation for European and Foreign Policy başkan yardımcısı ve Atina Üniversitesi Emeritus Profesörü; Bill Ahlstrom, bir çok-uluslu Amerikan şirketinde yönetici; Gary Weaver, American Üniversitesi School of International Service Profesörü.

Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı