Tam da Ramazan ayını yaşadığımız günlerde eskiyi nostaljik bir dürtüyle yad etmekten daha doğal ne olabilir? Dindarlar muhtemelen evlerin eski manevi sıcaklığını, ailenin birlikteliği bir ritüel etrafında yaşadığı günlerin sessiz tevazusunu özlüyorlardır.

Hatta bu ortak ruh halinin evlerin dışına taşmasını, mahalleyi kucaklamasını hasretle anıyorlardır. Ama artık o eski günlerde değiliz... Nerede o geçmişin mahalle baskıları... İnsanların komşularından utandığı için mahalle ahlakına uygun davranmak zorunda hissettiği, mahallelinin tek tek herkese sahip çıktığı küçük dünyalarımız... Dindar kesim söz konusu geçmişe belki manevi bir eksiklik duygusu içinde bakıyor ama bu eksikliği modern dünyanın araçlarıyla doldurmaya çoktan alıştı ve bu yeni hayat algısını içine sindirdi bile. Şimdinin dinsel yortuları artık ritüelleri ile değil, yarattığı sosyal ilişkiler ve boş zaman imkânları ile gündeme geliyor. Artık ne kadar dindar olurlarsa olsunlar, bir sonraki nesilleri eskinin kabuğu içinde tutmak mümkün değil...

Muhafazakâr insanların kendi 'mahallelerini' yitirdikleri, evlerinin içinde bile normları ellerinden kaçırdıkları bir dönemde laik kesimin 'mahalle baskısına' sarılması son derece öğretici bir gelişme. Dindarların içinde olduğu yaklaşık 15 yıllık bir adaptasyon süreci sonunda, kendilerini farklılaştırarak küresel bir var olma modalitesi yarattıklarını göremeyen veya görmek istemeyen laikler, şimdi geçmişte kalmış 'mahalle baskısını' yeniden arzu eder oldular. Çünkü muhafazakârların Türkiye'yi AB yolunda reformlarla değiştirme ihtimalinin giderek somutlaştığı şu dönemde, bu gidişi durdurmak için akıllarına başka çare gelmiyor. Onlar modern tasavvurun özellikle 'öteki' karşısında yenilgiye uğradığını, toplumsal sorunları çözmekte aciz kaldığını; bu sıkışmanın modernliği aşan yeni bir kimliksel yapılanma ürettiğini ve bu yapılanmanın 'ötekini' kamusal alana taşırken, bu alanın eski sahiplerini meşruiyet açısından ötekileştirdiğini göremiyorlar. Dolayısıyla da bizi hiçbir şeyin değişmediğine inandırmak istiyorlar... Dindarın hep dindar, muhafazakârın hep muhafazakâr kaldığı ve söz konusu dindarlıkla muhafazakârlığın içeriğinin sabit kaldığı bir dünyada yaşadığımızı vazediyorlar.

Değişimi dışlayan gelecek algısı

Bu değişmezlik arzusu ilk bakışta yadırgatıcı gelebilir. Laik kesimin ne denli modern ve 'gelişmeye' açık olduğunu çok duymuşuzdur. Ne var ki buradaki 'gelişme' önceden tanımı yapılmış ve biçimsel ölçütler içinde algılanmış olan bir pozitivist ön kabulden ibarettir. Diğer bir deyişle Türkiye'deki laik algılama, modernliğin sadece ne olduğunu değil, ne olması gerektiğini, hatta ne olacağını da bildiğini sanmaya dayanır. Dolayısıyla da gerçek anlamda bir 'gelecek' tahayyülüne sahip değildir. Çünkü buradaki gelecek, şimdiden ne olacağını bildiğimiz bir durumun yaratılmasıdır. Laik kesim, söz konusu durumu bizzat kendi hayat anlayışı ve davranış kalıpları üzerinden tanımladığı için, modernliğin değişmez bir normu olduğunu ve kendisinin de bu norma şimdiden sahip olduğunu düşünmektedir. Böylece 'gelişme'nin ne olduğu da ortaya çıkar: 'Gelişme, başkalarının giderek laik kesime benzemesidir. Söz konusu gelişmenin sonucu ise, laiklerin halen sahip oldukları o benzersiz nitelik, yani 'çağdaşlıktır'.

Tarihin ve insanlığın böylesine kısırlaştırılmasının vahim bir sonucu vardır... Laik kesimin yukarıda anlatılan gelecek algısı 'değişimi' dışlamaktadır. Çünkü onlar için değişim sosyal anlamda ele alındığında, başkalarının 'laikleşmesini' ifade eder. Kendilerinin değişmesi için ise hiçbir gerek olmadığı gibi, aslına bakılırsa mümkün olduğunca değişmemeye çalışmaları gerekmektedir. Bu noktada tarihin en ilginç ironilerinden biri ile karşı karşıyayız... Bugün laiklerin benimsediği durağan kimliksel tahayyül aynen Osmanlı'da da vardı ve tek fark söz konusu kimliğin içeriğinin farklı olmasıydı. Doğal olarak bu muhafazakâr, cemaatçi bir kimlikti. Osmanlı yönetimi cemaatler arası dengenin ve iç yapılanmanın değişmediği bir düzen varsaydı ve değişimden daima ürktü. Çünkü toplumsal değişim karşısında aynı dengeleri nasıl kuracağını bilmiyordu. İdeal duruma sahip olunduğu varsayımı altında, her türlü değişim bu idealden sapmayı ifade ediyor ve bir tehdit olarak algılanıyordu... Yakın dönemlere gelindiğinde sosyal açıdan değişimi yönetmeye çalışan bir Osmanlı idaresi oluşmuşsa da, bu çabaların ardındaki ideolojik bakışın değişimi kendi zihninde normalleştirdiğini söylemek zordur.

Cemaatsel düzenin korunmasında Osmanlı yönetiminin dolaylı olarak kullandığı ancak en etkin araçlardan birisi ise muhakkak ki 'mahalle baskısıydı'. Çünkü Osmanlı'da devlet halkı tek tek 'bireyler' olarak değil, kendi iç nizamları ve hukuksal kodları olan gruplar halinde muhatap almaktaydı. Köylülerin doğrudan toprağa bağlı olmaları, verginin köy ve cemaat gibi gruplara salınması bu bakışı ortaya koyar. Söz konusu uygulamaya paralel olarak mahalle ve loncalar üzerinden de dolaylı bir denetim ve sorumluluk paylaşım mekanizması bulunmaktaydı. Yabancı dillerde pek karşılığı olmayan 'namus' kavramı bu ortak sahiplenmenin ima ettiği ahlaki yükümlülüklere gönderme yapar. 'Mahalle baskısı' bu sistemde ahlakı özel alanın dışına çıkartan, kamusallaştıran bir unsurdu. Eklemek gerekir ki Osmanlı için, o ahlakın ne olduğu kadar, tüm 'mahalleyi' tatmin edecek bir ortak zeminin oluşup oluşmaması da aynı derecede önemliydi.

İttihatçılar tahmin edileceği gibi bu 'mahalle baskısından' hiçbir zaman hazzetmediler. Çünkü 'mahalle baskısı' denen şey, norm yaratma ve ortak sahiplenme üretme kapasitesi nedeniyle, kendini koruyan bir toplumsallaşmayı da ifade ediyordu. Bu 'mahallelerin' içine girmek, gücü ve çıkarcılığı öne çıkaran, baskı ve tehdide dayanan bir siyaseti hayata geçirmek hiç de kolay değildi. Kısacası 'mahallenin' varlığı, 'mahalle baskısı' denen şeyi de dışa karşı bir kimlik ve direnç unsuru haline getirmekteydi. İttihatçılardaki tedirginlik doğal olarak Cumhuriyet'i kuran elit kadroda da devam etti. Çünkü yapılmak istenen 'devrim', bu mahallelerin çözülmesini, herkesin devlet karşısında tekilleşmesini ve 'yalnızlaşmasını' ifade ediyordu ve muhafazakâr cemaatlerin bundan hazzetmeyecekleri açıktı. Böylece zor ve baskıya dayanan bir 'modernleşme' süreci yaşandı. Yapılan işin meşruiyeti ise, daha 'ileri' bir toplum aşamasına geçildiği söylemine dayandırıldı. Diğer bir deyişle Cumhuriyet'in kurucuları bu 'devrim'in bir 'gelişme' olduğuna, halkı 'çağdaşlaştırdığına' inanmaktaydılar. Halkın ihtiyacı tek seferlik radikal bir değişimdi. Ondan sonrası 'gelişme' çizgisinin içinde yaşanması gereken düzeltmelerden ve zorunlu uyum süreçlerinden ibaretti.

Daha sonraki yıllarda Kemalizm otantik, kendiliğinden toplumsal değişimleri mahkûm eden bir bakış olarak yerleşti. Ülkenin ihtiyacı 'gelişme' yolunda ilerlemekti ve gidilmesi gereken noktayı zaten devlet göstermekteydi. Bugünün laikleri gerçekte iyi birer Kemalist olma niteliği gösteriyorlar. Farkında olmadıkları şey, Osmanlı'nın yaklaşımını hâlâ aşamamış olmaları, aynen Osmanlı gibi onların da toplumsal dinamiğin ürettiği değişimden korkmaları, kısacası Kemalizm'in Osmanlı ile aynı zihniyeti paylaşıyor olduğu... Bu açıdan bakıldığında Cumhuriyet, vatandaşın kimliğini yeniden ama yine devlete göre tanımlayan bir adım oldu ve devletle vatandaş arasındaki otoriter, hiyerarşik bağı aynen korudu.

Dolayısıyla zihniyet açısından pek bir şeyin değişmediği söylenebilir. Osmanlı toplumun kendi rızası ve denetimi olmadan özgürleşmesinden ürküyordu. Bugün de Kemalistler ve laikler, kendi rıza ve denetimleri olmadığı için toplumsal özgürleşmeyi bir tehlike addediyorlar. Ama yanılsama açısından günümüz laikleri bir adım daha ileri gitmekteler: Onlar söz konusu toplumsal değişimi görmekten de kaçınıyorlar, bilinçli körlüğe sığınarak kendilerini avutuyorlar. 'Mahalle baskısı' terimi bu nedenle laiklerin çok hoşuna gitti. Çünkü onlara göre bu terim hiçbir şeyin değişmediğini ima ediyor. Öyle ki dindarlar ve muhafazakârlar ne yaşarlarsa yaşasınlar, dünya nereye gelmiş olursa olsun 'öz' itibarıyla hiç değişmiyorlar ve tam da laiklerin beklediği türden 'dindar' ve 'muhafazakâr' olmaya devam ediyorlar. Bu 'özcü' yaklaşım 'çağdaşlığın' pozitivizmine son derece uygun. Açıkça dindar bir tutumu yansıtan bu bakış, ötekinin değişiminden korktuğu için onu değişmez kılmaya çalışıyor ve bu tanımına zamanı aşan bir nitelik atfediyor. Nasıl Cumhuriyet 'ilelebet' yaşayacaksa, muhafazakârların da 'ilelebet' aynı kalacakları söylenmiş oluyor. Kim bilir belki de muhafazakârların ilelebet aynı kalmaması halinde, Cumhuriyet'in de bu haliyle ilelebet kalamayacağını hissediyorlar...

'Mahalle baskısı' terimine bir can simidi gibi yapışılmasının nedeni de böylece ortaya çıkıyor: Cumhurbaşkanlığının bir muhafazakâra gittiği, muhafazakâr bir hükümetin yeni anayasa yapmaya yeltendiği bir dönemde, laikler bir ağızdan "bunlar değişmedi, kendi 'öz' normlarını bize zorla dayatacaklar" diye çığlık atıyorlar. Ne var ki bu beklentilerini haklı çıkartacak inandırıcı bir örneğe bile sahip değiller. Düşünün ki en inandırıcı örnek olarak başörtüsünü gündeme getirmek durumundalar. Eğer yeni anayasa kabul edilir ve başörtüsü serbest olursa, herkes başörtüsü takmak zorunda kalacakmış. Mahallenin ideolojik baskısı üzerimize binecek ve kimliğimizi bizden çalacakmış... Herhalde bu laikler başörtüsü gibi ideolojik niteliği olan sembollerin asıl baskı ortamında yeşerdiğini bilemeyecek kadar toplumsal bilgiden uzak. Eğer bugün hükümette AKP olmasaydı, asıl o zaman başörtüsünün nasıl yaygınlaşacağını kavramakta acizler. Daha da önemlisi 'mahalle baskısı' mahallenin içine dönük olduğuna göre, başörtüsünün böyle bir baskı sonucu takıldığını varsaymak gerekir. Oysa başörtülüler arasında yapılan bütün çalışmalar başörtüsünün tam da bu 'mahalle baskısına' karşı bir duruş olduğunu ortaya koymakta. Bugün başörtüsü gençliğe adım atışın, kamusal alana çıkabilmenin, dolayısıyla erkek baskısıyla yüklü sosyal duvarlarda bir gedik açılmasının işareti. Aksi halde tam da o erkekleri sinir eden bir biçimde, başörtüsü ile birlikte tayt giymenin veya makyaj yapmanın nasıl bir açıklaması olabilir? Eğer bugün Türkiye'de 'mahalle baskısı' geçerli olsaydı, mahallenin önce bu kızların giyimini, sokaktaki davranışlarını denetlemesi gerekmez miydi?

Gerçek 'mahalle baskısı' nerede kuruluyor?

Anlaşılacağı gibi laik kesimin argümanında yer alan zorla kapanma korkusu bir bahaneden ibarettir. Seksen küsur yıl akla gelmeyen 'mahalle baskısının' şimdi hatırlanmasının tek nedeni, laik elitin kamusal alandaki imtiyazlarını kaybedeceği korkusudur. Çünkü eğer bu toplumla ilgili gerçekten böyle bir dertleri varsa, Cumhuriyet'in milliyetçilik ilkesi etrafında sonu cinayetlere varan eli kanlı 'mahallelerin' nasıl yetiştirildiği üzerinde yoğunlaşırlardı. O kesimi kafalarında 'normalleştirirken' muhafazakârların olası baskısını konu etmenin doğal olarak hiçbir saygınlığı olamaz. Belki de o yüzden bugün sesi en yüksek çıkanlar, laik kesimin en az saygın üyelerinden bazıları. Özellikle medya olmanın bir temsiliyet ima ettiğini sanan bazılarının aleni manipülatif saldırganlıkları, asıl 'mahallenin' nerede kurulmak istendiğini ortaya koyuyor. Laik kesimin bu düzeysiz sesleri, biz 'öteki' laikleri kendi mahallelerine çağırıyorlar; üzerimizde sanal bir mahallenin baskısını yaratmaya yelteniyorlar.

Meğerse askeri darbelere karşı demokrasiyi koruma refleksimiz varmış, ama şu 'mahalle baskısına' karşı aciz durumdaymışız. Bu kadar gülünç bir önerme yapabilmek için cahil olmak yetmiyor. Çünkü bu toplumun en cahil üyeleri bile Cumhuriyet'in tek parti döneminden darbelere uzanan süreçte asıl bu mahallelerin yok edilmesini hedeflediğini kendi somut hayatında yaşamış durumda. Öte yandan söz konusu darbeler ve onun ardındaki 'rejim' karşısında ne denli çaresiz kaldığımız da açık... Bu tür sahte 'tespitler' ahlaki normlarımızı da rencide eden oportünist bir zihniyetin dışa vurumu. İnsan "keşke mahalle baskısı laik kesimde bir miktar ahlak üzerinden yaşansaydı da bazılarında bir nebze daha utanma hissi olsaydı" demeden edemiyor.

'Mahalle baskısını' ahlaki normlar koyabileceği için tehlike addederken, resmi ideoloji üzerinden sanal bir mahalle yaratıp, orada kurulacak baskıdan medet ummak ne kadar aşağılayıcı... Umarız laik kesim içinde daha sorumlu ve ahlaklı bir tavrı kendisine düstur eden bir mahalle anlayışı doğar da, 'çağdaşlık' zül altında kalmaz. Hem zaman da çok uygun... Ne de olsa Ramazan'dayız...

 

Kaynak: Zaman