Referanduma hızla yaklaşırken; yapılan anayasa değişikliği için partilerin de görüşleri netleşti. Siyasi partilerin evet, hayır ve boykot şeklinde tavır alacağı bu süreçte, değişikliklerin içeriği henüz gündeme gelmeye başladı.

Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ve Anayasa Mahkemesi'nin yapısı, memura toplu sözleşme, ombudsmanlık, darbecilerin yargılanması, Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvuru gibi konular halk arasında tartışılmaya başlandı. Ancak toplumun çoğunluğunun konu hakkında net bir bilgisinin olmadığı ve referandum sürecinin bir "genel seçim" ya da "güvenoyuna" dönüştüğünü söylemek de mümkün.

'Bu sürece nasıl gelindi?' şeklindeki soruya verilecek cevap aslında çok önemli. Çünkü, şu anda partilerin tamamı bu sürece nasıl geldiğinden çok, değişikliğin neler getirdiğinden bahsetmekteler. Bu da kanaatimizce paketin tam anlamı ile anlaşılmasını olumsuz yönde etkilemektedir.

Türkiye'nin anayasal çalışmalarının 150 yıllık bir geçmişinin olduğunu kabul edersek, bu sürecin son 100 yılında bilfiil askerî müdahale/doğrudan yönlendirmesi ile anayasaların yapıldığı bir gerçektir. Şu anda değiştirilmek istenen 1982 Anayasası'nın da bir askeri darbe dönemi anayasası olduğu açıktır. Bu Anayasa'nın geniş hak özgürlükler tanıyan 1961 Anayasası'ndaki hak ve hürriyetleri sınırlama/kaldırma amacı güttüğü de açıktır. Nitekim 1982 Anayasası'nın bugüne kadar 85 maddesinin değişmiş olmasının bir nedeni de; toplumun gelişen süreçte taleplerinin artması ve tekrar olması gereken hak ve özgürlükler çizgisine gelmek istemesidir.

Bugünkü siyasi iktidarın ülke için köklü değişikliğe gitmek istemesi, seçildiği günden beri başlayan çekişmelere ve sorunlara neden olmuştur. İlk önce katı bir bürokrasi engeli ile karşılaşan AKP; bunu aşmak için "vekaleten bürokrat atama" gibi bir yöntem geliştirmiştir. Ardından yaşanan anayasa değişikliği girişimi Anayasa Mahkemesi'nin kararına takılmış ve "başörtüsü" konusu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin kararı ile tamamen iç sorun olarak çözümsüz hale gelmiştir. Cumhurbaşkanı seçimi için, Anayasa'nın ruhuna aykırı bir yorum ile Anayasa Mahkemesi tekrar sahneye çıkmış ve meşruiyetini halk nezdinde ilk defa tartışmaya açmıştır. Bu süreçte askerle yaşanan girişim, laiklik tartışmaları ve kapanmadan son anda kurtulmak siyasî iktidarı çok yormuştur. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun, Yargıtay'ın ve Danıştay'ın "Ergenekon" sürecine taraf olmaları yüksek yargının tutumunun hatalı olduğunu gözler önüne sermiş ve AKP tarafından genel seçimlerde halkın gözleri önüne serilmiştir.

Tüm bunlar olmasaydı, mesela; cumhurbaşkanı seçiminde Anayasa Mahkemesi "tarihî 367" kararını vermeseydi; asker "muhtıra" yayımlamasaydı, CHP Anayasa Mahkemesi'ne bu kadar hızlı gitmeseydi ve Anayasa Mahkemesi de açılan her davayı kabul etmeseydi, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, Yargıtay ve Danıştay verdikleri kararlarda içtihat değiştirmeselerdi ve kendi deyimleriyle "taraf" olmasalardı; bugün Türkiye'nin gündeminde anayasa değişiklikleri olur muydu?

Gelişen süreçte değişikliklerin keyfiyet getirdiğinden bahsedilmektedir. AKP'nin bu süreçte; "sivil dikta" oluşturduğu ileri sürülmektedir. Değişikliklerin "devletin tarihî yapısına zarar verdiği" belirtilmektedir.

Ama hiç kimse; keyfî davranmanın bu süreci doğurduğundan ve hukukun asıl kaynağının halk/vatandaş olduğundan bahsetmemektedir. Asıl üzülmemiz gereken; sürecin bu biçimde tezahür etmesi ve toplumun bir "horoz dövüşüne" seyirci kılınması değil midir?
 
 

Kaynak: Zaman