Karadeniz yaylalarının ıssızlığıyla ilgili bir haber izledim televizyonda, geçtiğimiz günlerde. Muhteşem çam ormanlarında sayıları iki elin parmaklarını geçmeyen aileler kalmış. Batı şehirlerine göç sürüyor. Erzincan yaylalarında da benzeri bir ıssızlaşmadan söz edilebilir. Yine de yaz aylarını olduğu gibi Ramazan’ı da yaylada geçirmek isteyen bir grup kadın tanıdığım var. Onlar bütün Ramazan ayını olduğu gibi bayramı da yaylada geçirmişlerdi geçen sene, soğuk günler işaretlerini çoktan gösterdiği halde. Bu kararlarına şaştığımı söyleyemem. Daha yaz başında, kar yağıncaya kadar yayladan ayrılmaya niyetleri olmadığını gösteriyordu, sözleri sohbetleri.
Söz-sohbet ortamı sanki sırf yaylada kavuşulabilir bu nimettir! Kadınlar yayla hayatını, ev işlerini ve sorumluluklarını en aza indirgedikleri için seviyorlar. Ve arta kalan zamanlarında sözü birbirlerinden kaparak büyük bir iştiyakla konuşuyor, konuşuyorlar.
Refahiye’de, sıcak yaz günlerinde sıklıkla Keçeveli’nin Pınarı denilen yaylaya çıkıyoruz, çay saatinde. Belediye ailelerin mangal keyfi için ortamlar hazırlamış, adım başı tahta masalar, tabureler var. Biz çayı yanımızda götürüyoruz; ateş yakmayalım. Veli isimli adam işte bu orta yükseklikteki yaylada yaşıyor, keçe üretiyormuş. Bir alt yayla, Bakacak, tam olarak yayla sayılmıyor da yukarılara ulaşmak için bir basamak olarak görülüyor. Daha sonraki durakta adı rüzgarın hiç kesilmeyen sesinden esinlenilmiş Huğluca yaylası var. Kösepınarı, Zilgar’ın “Haru”su (yani ekilmeyen tarlası), Yanığın Doruk, Kızılpınar, Eğrisu... Zirveye doğru çıkarken yayla isimleri işte böyle uzayıp gidiyor.
Aşağı köylerde erkekler köyde çiftle çubukla uğraşırken, kadınlar yaylalara çıkıyor, gündelik sorumluluklarından uzakta bir geniş zaman yaşantısının güzelliklerini biriktirerek soğuk ve sıkıcı kış günlerine hazırlanıyorlar. Uzak akraba Münire Teyze, “Yaylaya gitmeyen ben yaşadım demesin”, diyecek kadar seviyor, küçük barınaklardaki eğreti yaşantıyı. Her iş olabildiği kadar yalın ve zahmetsiz görünüyor yaylada; peynir üretimi biricik sorumluluk. Temizlik ve yemekle ilgili ufak tefek işlerini de yaptıktan sonra, geriye kalan zamanlarını sohbet ederek, türkü söyleyip halay çekerek geçiriyorlar. Arada bir ziyaretlerine gelen eşlerinden söz ediyorlar. “Yarın gelecek benimki, karpuzla domates ısmarlamıştım”, dediğinde İpek, eltisi Nezahat, kendi “yiğit” kocasının da ısmarladığı malzemelerle birkaç saat içinde yol ağzında görüneceğini öne sürüyor.
Yaylaya çıkmak yaşını başını almış kadınlar için bir imtiyaz; genç gelinler evlerde bırakılıyor.
Yazın köylerde hayat şartları ağırlaşıyor. Şehirliler köylere akın ediyorlar. Ana-ata evleri kalabalıklaşıyor. Yaz konukları iş-güç zamanı köylerin ve dağların güzelliklerinden yararlanmaya çalışıyorlar. Kimileri yazları köylerine daha rahat dönebilmek için villa tipi evler yaptırtıyor babadan kalma toprakları üzerinde. Hâlâ çiftle çubukla uğraşmaya devam eden köylüler ter dökerken, yazlıkçı, bazen de “piknikçi” olarak adlandırılan bu yarı-köylü ahali, köylerin iş-gücünün ürettiği tozun toprağın uzağında, yeşil köşelerde şehir yorgunluğunu üstlerinden atmaya devam ediyorlar.
Genç gelinler hem tarlalarda çalışan erkeklerle, hem de şehirden gelen akrabalarla ilgilenmeliler. Yaylada ise ince işe ihtiyaç duyulmuyor, şu saatte yemek bekleyen işçiler yok, bağ-bahçe işlerine özgü yorucu tempo da yok. Yayla hayatının şartlarında üretim ne kadar artarsa artsın, kadınlar eğlenecek, söyleşecek zamana sahip oluyorlar. Küçük oyunlar kuruyorlar kendi aralarında, mesela içlerinden birini yeniden evlendiriyorlar. Kına geceleri düzenliyor, oyunu ciddiye alarak ellerine saçlarına kına yakıyorlar. Peynir işi bu kadınlara az çok bir cep harçlığı sağlıyor. Düğün oyununda geline en az çeyrek altın tutarında hediyeler verilebiliyor. “Altın günü” gibi dönüşümlü olarak sürdürülüyor bu törenler, hediyeleşmeler. Bir hafta birinin düğünü, bir diğer hafta ötekinin. Bu akşam hikaye sırası sende, yarın ise bende.
Bir anlatma özgürlüğü yaşanıyor, ama her kafadan bir sesin çıktığı da söylenemez. Herkes konuşacak, birinin sesi şimdi diğerlerininkini bastırsa da her biri nihayet anlatma imkanına sahip olacak; zaman bol. Her birinin dağarcığında farklı hikayeler var. Bu hikayelerden en ilginç olanlarından biri, işte bu yaylalarda ayı tarafından kaçırılmış bir genç kızı konu alıyor. Anlatılanlara bakılırsa yıllar sonra yarı ayı yarı insan görünümlü çocuklarıyla bulunuyor, artık tarak vurulmadığı, yıkanmadığı için keçeleşmiş saçlarıyla tanınmaz hale gelen genç kız; gelgelelim zorlukla ayrılıyor mağara evinden, ayı sıfatlı kocasından, ayı sıfatlı çocuklarından. “Mağaraydı ama evimdi ya, ayıydı ama kocamdı ya...” Kadınların bulundukları şartlara –ve koca evinin düzenine- alışma istidatının çarpıcı bir örneği sayılarak sıklıkla anlatılan bir söylence bu.
Kızılpınar yaylasındaki evlerde eşya bırakılamazmış eskiden, yağma edilirmiş çünkü, ama şimdi iki-üç yıl ayak basılmayan yayla evlerini bile dayalı döşeli olarak, bıraktığı gibi bulabiliyor sahipleri.
İnsanlar artık küçük hırsızlıklarla yetinemedikleri için yayla evlerine yanaşmıyorlardır, diye düşünenler de yok değil, çevre ahalisinin ahlaki açıdan geliştiğine dair bir gösterge olarak okunabilecek bu güvenlik havası konusunda.
Nezahat Hanım insanlarda Allah korkusunun artmasına, helal-haram konularındaki bilincin yükselmesine bağlıyor, yaylaların güvenli havasını. Ona kalırsa köyünün insanı eskisine göre daha dindar. Bunun kaynağı ise muhtemelen, tahsil görmek üzere büyük şehirlere giden gençlerinin dini konularda bilinçlenerek geri dönüyor oluşları...
Yayladaki kadınlar için korkutucu olan yine de eşkiya ya da terörist değil, ayı hücumu olabilir. Ayı da durduk yere hücum etmez hoş; yaylaya pikniğe gelenler tarafından korkutulmuş, ürkütülmüş olmalıdır. Bazen bir ayı çıkıp geliyor, gözüne kestirdiği bir yayla evini taşlamaya başlıyor. “Kuru sıkı tabancası vardı Nezahat’ın, ateş etti. Ayı anladı tabancanın kuru sıkı olduğunu, hücuma geçti. Taş bırakmadı etrafta, savurdu. Günlerce eve kapandık. Ayı umudunu kesince ırgalana ırgalana Ziyaret çamı’na doğru geçti gitti.”
Ayının taşlama eylemine yabancı olan yayla konuğu aşırı korkuya kapılınca, bildikleri bir yöntemle onu sakinleştirmeye çalışmış, yayla kadınları. İçinde bir demir parçasını kaynattıkları tereyağını içirmişler, ayı geçip gittikten sonra bile derme çatma barınaktan çıkmaya yanaşmayan nâzenin konuğa.
Yayla seven kadınlar o kadar kolay da kabul etmiyorlar bir konuğu aralarına; sözün sohbetin yerinde olacak. Kitap okumak için uzakta bir çam ağacının altına çekilemezsin, onlar konuşurken notlar almayı sürdüremezsin. Seni can kulağıyla dinlemiyorsa insanlar, neye yarar bildiklerin... Yayla seven kadınlardan hikayeler dinlemek için, dağarcığında akıcı hikayeler bulunmalı. Alınganlıktan uzak, kalendermeşrep olmalısın. Söze karışmalı, oyuna katılmalısın.