Bu sene 10 Kasım her zamankine göre daha bir söylemsel çeşitlilik ve tartışma içinde geçti. Mustafa Kemal Atatürk’ü samimiyetle sevenler açısından iyi bir gelişme olmalı. Böylelikle iyimser bir bakışla Cumhuriyet’in kurucusunun basmakalıp cümlelerle anılmasına, abartılı bir şekilde ululanırken, tam aksi bir yönde de her kötülüğün biricik sebebi olarak gösterme kolaylığına izin vermeyecek bir öğrenme ve tartışma sürecine girdiğimiz umulabilir.
Abartılı bir Atatürk düşmanlığının muhafazakâr hükümet döneminde halinden hoşnut bir yeniden kurgulama çabasına dönüştüğü de söylenebilir bu arada.
Ancak ortada hem yazılı hem de şifahi olarak geleceğe akan bir tecrübe mirasının soruları var. Basit görünüşü bir misal vereyim: Ben ne öğrendimse O’ndan mı öğrendim, şiir mısralarının öne sürdüğü gibi; buna inanmamı kim bekleyebilir? Gerçi ilk ve orta öğrenim yıllarımda 10 Kasım’larda şiir okudum, gözlerimin dolduğunu duydum, hatta kadınların hoş beş ettiği sofalardan yayılan Atatürk’ü eleştiren cümlelere itiraz bildirmekten de geri durmadım.
Ancak bunu da hep bildim: Öğrenme yolları tek kişinin ufkuna bağlanılamayacak kadar engindir. Yaşlılardan öğreniriz, bebeklerden, tabiattan, mevsimlerden, ölümüne yakın evi terkeden kediden ve Zeki Bulduk’un mahalle aralarında, cami avlularında gezinen meczuplarından... Bir bakıma öğrenmek, zigzaklar çizen kaynakların sunduğu bilgiler ve yorumlar arasında zihin akışının kendine has dokumasıdır da...
Oysa bize hep okuma yazmayı öğrendiysek bunu Atatürk’e borçlu olduğumuzu hatırlamamız bildiriliyor. Bu öğrenmenin bir bedeli, “diyet”i olmamış gibi...
Hele ki, “O olmasaydı sen de olmayacaktın” şeklindeki cümlelerde zirveye çıkan yüceltme, nasıl özgürleşmiş bir insan ruhunun eseri olabilir... Hilal Kaplan’ın “Türkiye’nin Ölmeyen Babası&Atatürkçü Gençliğin İmkânsız Yası” isimli kitabındaki önemli izlek sorunu anlamamıza yardımcı olur belki: Bir babaya, yöneten yönlendiren üstün iradeye ihtiyacımız sonsuz sınırsız; hep ergenilik çağında, idare edilmeyi bekleyen tebaa olarak yaşamak, bir bakıma mesuliyet almak istemiyoruz. Bir taraftan fikren ve ruhen özgürleşmeden söz ederken “Baba’nın Adı” herşeye yetsin diye umuyor, o adla ve o ada ilişkin sembollerle donanarak derinden bastıran soruları iptal etmeyi çözüm sayıyoruz.
Unutma ve eksik okumayla sağlanan zihin konforu, eklektik belgelerle ayakta kalıyor. Reina Lewis “sakat hikayeler işitme ihtiyacı”ndan söz ediyor. Osmanlı üzerine anlatılan her şey ya da Müslüman Doğu hikayeleri, bir bakıma alıcının işitme ihtiyacına uygun bir biçimde seçilip paketlendiler zamanında ve bu seçilmiş paketler giderek öğrenme yollarının tartışmasız kaynakları seviyesine yükseldiler. Bu durumda biz Cumhuriyet çocukları sansüre karşılık Abdülhamit döneminde halkın daha önce hiç olmadığı kadar okumaya başladığından bihaber kalıyoruz. Sanırsınız Cumhuriyet kurulmadan önce, 1914’te kızlar için üniversite, İnâs Dârülfünunu açılmamış... “Kadınlar Dünyası” dergisi 1913’de, kadınların eğitimi konusunda bir devrime ihtiyaç olduğuna işaret etmemiş... Bir de “özgürleşmiş milliyetçi kadının uluslararası planda propagandaya yönelik potansiyelini farkeden bir ideolojik tutum... Lewis, Frierson’dan alıntılıyor: ““Kemalist düşünce, (toplumun bütün katmanlarında) mevcut kadın temsilciliği işaretlerini silerek, kadınları sultanlığın suistimal ettiği çaresiz, milliyetçi özgürleşmeyi bekleyen kurbanlar olarak göstererek, Osmanlı kadınlarının tam boyun eğdirilmişliği şeklindeki Batılı varsayımları tekrarlamış oluyordu. (Oryantalizmi Yeniden Düşünmek”, sf. 129-130, Kapı; 2006)
Dahası, bir kararla apansızın ilminin hükmü kütüphaneleriyle birlikte iptal edilen insanlar... Örgün eğitim aynı zamanda bu eğitimden yararlanmak için öne sürülen kurallarla bağdaşmayan mütedeyyin kesimleri kendi başının çaresine bakmaya zorlayan bir tek tip okuma biçimi anlamına da geliyordu. Süreci biliyoruz. Mızrak çuvala sığmadı, önce mütedeyyin ailelerin kızlarına hitap eden İHL’ler açıldı ve başörtülü olarak resmi eğitim sistemine dahil olma mücadelesi neredeyse kırk yıldır devam ediyor.
Tabiatıyla “Harf Devrimi” geçirmiş eğitim sisteminin dışında düşünmekte zorlanıyorum kendimi. Oysa eski alfabeyle yeni alfabe arasında bocalarken cahil damgasına maruz kalan insanlara yabancı değilim ve o insanların “cahil” olarak damgalanması karşısında içimde büyüyen sorular, gelecekteki seçimlerimi belirlemede bir hayli belirleyici oldu. Cemal Şakar’ın Harf Devrimi etrafında hazırladığı öykü seçkisi kitabı için yazdığım “Eksik Birkaç Harf ve Annem” başlıklı öykü, üzerinde çalışırken bu konu üzerine yeniden düşünmeye sevketti beni. Bir insanın geniş kitleleri ilgilendiren alfabe gibi bir konuda bu denli sarsıcı kararlar alabilmesini yadırgamadığım bir zaman oldu mu, bilmiyorum. Başımı örtme kararımda Kur’an ayetlerine duyduğum saygının yanında bir ölçüde de olsa Cumhuriyet baloları kanalıyla yurt sathında yayılmaya zorlanan Modern Hayat Tarzı’nın rencide etmekte sınır tanımadığı dini nitelikli hayat tarzları adına sürdürdüğüm eleştirinin de rolü yok mu...
Dolayısıyla Gerçek Hayat yıllarının hatırşinas (ve protest) kalemi Murat Menteş’in Yeni Şafak yazısında anlayışla dile getirdiği Mustafa Kemal tasvirini yadırgamaktan yer yer kendimi alamadım. Çevresini seçemeyecek, çevresinde bulunanları layıkıyla değerlendiremeyecek kadar zayıf bir lider miydi Mustafa Kemal... “Çevrelerindeki her eleştiriyi reddeden, suçlayan, dışlayan dahası cezalandıran otokratlar elbette en sonunda rakipleri ve yardakçılarıyla baş başa kalacaktır” diye yazdı Ümit Aktaş Timetürk’te; İzmir Suikasti örneği üzerinden.
Öte taraftan, bütün bir toplumun kaderini ilgilendiren kararlar üzerinde payı olan zaafları anlayışla karşılamaya hazırsak, açıklamalar da üretebiliriz buna, olumsal bir bakışla. Eleştirel baktığımızda ise aklımıza Atıf Efendi’den Şalcı Bacı’ya, bir dizi kurbanın ismi gelecek. Ve elbette Dersim’in bir mühendislik planıyla, şiddetle yok edilmiş nüfusu; kayıp kızları,...
Sormamız gereken soru şu olmalı sanırım: Biz niye birarada yaşamaktan mutlu, diğeriyle kendini insan olarak eşit görmekte zorlanan, kendiyle barışık bir toplum olamıyoruz? Buna kelimelerimiz yeterli gelmiyorsa, sebebi nedir acaba...
Ben devrimler konusunda dahi toplumsal süreçlere inanıyorum, bir toplumun ve yan yana toplumların olumlu enerjisini açığa çıkartan dayanışmasına, geçişkenliklere izin veren ortak iyi sebepleri ve amaçları güçlendirmeye... Bir Fatma Aliye, Halide Edip yetiştirmiş toplum kız evlatlarının erkeklerle eşit bir şekilde tahsil görmesine izin vermeyen şartlara elbette daha fazla seyirci kalmayacaktı; başa kim geçerse geçsin. Bir şeylerin sert yaptırımlarla hızlandırılması kimileri için avantaja dönüşürken, kimileri için de ceza anlamına geldi; açıp okuyun Rasim Özdenören’in Gül Yetiştiren Adam’ını.
Mustafa Kemal hatalarıyla sevaplarıyla bir faniydi, iyi yanları yoktu diyemez kimse ve elbette aynı zamanda pozitivizmiyle, jakobenliğiyle, zevk ve tercihleriyle bağlamının insanıydı. Söz konusu olan tek adamlıksa, otokrasiyse, bununla bağlı karar ve uygulamaların eleştirisini yapmadan yakın tarihimizdeki sıkıntılı, zor ve puslu süreçleri layıkıyla çözümleyemeyeceğimiz gibi, bu sıkıntıları yeniden üretmenin önüne geçecek bir kültürel üretim konusunda da güçlü sebeplerden yoksunlaşmayı sürdürüyor olacağız.